"Neler oluyor Abel? Aden nerede?"
"Soru sorma. Hadi. Hemen gitmemiz gerek."
Kalbim yerine sığmıyordu. Hırçın dalgalar gibi akıyordu kan damarlarımda. Abel'in uzattığı eli tuttum ve hızlıca merdivenlerden inmeye başladık. Bir an için buraya ilk geldiğim gün geldi gözlerimin önüne. Çok huzur bulmuştum. Aslında hala öyleydi burası benim için fakat biraz yadırgıyordum. Son basamaktan indikten sonra büyük bir hızla giriş kapısından çıktık. Gözlerim Aden'i arıyordu ama ortalıklarda görünmüyordu. Nefesim bitmek, bense bayılmak üzereydim.
"Abel dur. Çok yoruldum."
"Hadi Alina duramayız. Biraz daha dayan. Az kaldı."
"Neden karaltı haline dönüşüp gitmiyoruz."
"Olmaz. Yakalarlar bizi."
"Kim?"
"Soru sorma Alina. Sadece koş."
Gücümü toparlayarak dediğini yapmaya çalıştım. Ayaklarımın müsaade ettiği ölçüde tüm imkânlarımı zorluyordum. Tam bayılacaktım ki bir anda Abel beni kucaklayıp beyaz bir ata bindirdi. Kendisi de hemen arkamda yerini aldıktan sonra atı mahmuzladı. Oturmanın verdiği rahatlama hissi ve kimden kactığımıza dair yaşadığım bilinmezlik hissi büyük bir çelişki yaratıyordu kafamda. Abel'se ciddi bir yüz ifadesiyle sadece atı sürmekle meşguldü. Bir sürü soru sormak için icim içimi yese de sustum. Doğru zamanı beklemeye kadar verdim. Fırsat bulduğumuz ilk anda Abel'in olan biteni bana anlatacagindan emindim.
....................
Hava kararmaya başlamıştı ve biz hala atın üzerindeydik. Birden Abel,atın gemini çekti ve durduk. Nihayet gelmiştik anlaşılan. Attan indikten sonra Abel dikkatlice etrafı kolladı. Sonra da elimden tutarak bir hana girdik. Etraf bomboştu. Biraz ilerledikten sonra Abel Bellum dedi.
Bir anda etrafımızı elinde, yarım ay şeklinde mızraklar tutan siyah giyimli adamlar sardı. Korkudan Abel'in elini sıkıyordum."Hoşgeldiniz." dedi oldukça gür sesli bir adam.
Boyu çok uzundu. Geniş omuzları vardı. Kasları çok sağlam görünüyordu ve elindeki mızrağı büyük bir özgüvenle tutuyordu. Dalgalı kısa saçları açık renkli gözlerinin üzerine dökülmüştü. Çatık kaşları ve ciddi yüz ifadesiyle gözlerini hiç ayırmadan Abel'e bakıyordu.
"O geldi Elbis. Purgatorium'a girmenin bir yolunu bulmuş."
Bir anda bütün grup hareketlendi. Kendi aralarında konuşuyorlardı. Elbis'in elini havaya kaldırmasıyla birlikte herkes sustu.
"Bu nasıl olur? Onun buraya girmesi yasaklandı. Tanrı O'nu lanetledi. Bu imkânsız."
"Bilmiyorum Elbis. Bir şekilde girmiş işte. Onu durdurmalıyız."
"Eğer buraya girerse Abel,onu durdurmak mümkün olmaz."
Abel başını sağa sola salladı. O an benim varlığımı yeni fark etmiş gibi bakışlarını üzerimde gezdirdi. Elbis'te bana bakıyordu.
"Bu o mu?"
Abel evet anlamında başını salladı. Sadece olan biteni izleyip neler olduğunu anlamaya çalışıyordum. Birden konuşan Elbis oldu.
"Mihos! Odin'le birlikte Alina'nın güvenliğinden siz sorumlusunuz. Agasaya'ya da haber verin misafirimizle ilgilensin."
Söylediği adamlar yolu göstererek peşinden gitmemi istediler. Soran gözlerle Abel'e baktım.
"Söz veriyorum her şeyi anlatacağım Alina. Şimdi denileni yap."
Mihos ve Odin'in peşinden gittim. Büyük bir kapıdan gectik önce. Daha sonra bilmediğim dilde bir kelime söyleyerek gizli bir geçit açtılar. Geçitte ilerledikten sonra merdivenlerden aşağı indik. Karanlık bir koridora çıkıyordu bu merdivenler. Kalbim çarpıyordu ama yine de büyük bir korku hakim değildi bedenimde. Ta ki O'nu gorene kadar. Mihos'la Odin esrarengiz bir kapıyı çaldıktan sonra çıktı dışarı. Daha önce hic boyle korkunç bir surat görmemiştim. Boyu 2 metreyi buluyordu. Sırtından taşan kanatlar parça parçaydı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
RUH VE KADER
FantasyBembeyaz elbiseler içinde mutluluktan uçuyorum. Kalbim bir kelebeğin kanatları gibi sanki. Tanıdık bu sonsuz yeşil vadi her zamanki gibiydi. Sıcak ve huzurlu. Fakat bir değişiklik vardı. Bu kez parlak çimenler bembeyaz bir masayı misafir ediyordu ü...