(Sevgili okurlarım, canlarım. Bu bölümün ne kadar gecikmiş olduğunun farkındayım fakat inanın elimde olmayan bazı sebepler yüzünden geciktim. Henüz başa çıkmaya başladığım bazı sorunlar... Dünya üzerinde en sevdiğim işi yani yazmayı bile engelleyecek sorunlar. Neyse ki bugün sizlerleyim. Yorumlarınızı ve desteklerinizi eksik etmeyin. Multimedyadaki şarkı ise... Ben yazarken bu şarkıyı dinledim. Sizde okurken dinlerseniz benim hissettiklerime ortak olursunuz diye umuyorum.)
Gökyüzü insanın içini acıtacak kadar siyahtı.
Yıldızlar uzun bir zaman önce terk etmişti gökyüzünü sanki. 'Yeryüzünde kendinize oluşturduğunuz ışıklar size yeter. Bize buralarda ihtiyaç kalmadı. Hadi eyvallah.' diye düşünmüşlerdi belki de.
Yıldızlar bile terk edip gitmişti dünyayı ansızın. Işıksız, sessiz, insansız dünyayı...
Dalgaların sesi hemen yanımda duran telefondan gelen müziğin sesine eşlik ediyordu. Rüzgâr oturduğumuz bankta bizi serinletme görevini layıkıyla yerine getiriyordu. O kadar hızlı günler geçirmiştim ki bir saniyelik nefes molası bile bulunmaz bir hazine gibi gelmişti. Sadece birkaç dakikalık nefes alma arası... Kardeşlerim olan insanlarla birkaç saatlik sohbet bana dünyanın bahşettiği kocaman bir hediyeydi.
Oturduğum yerden hemen sol tarafımda oturan Aysel'e baktım. Kıvırcık kıvırcık, lüle lüle aşağı dökülen saçlarının tamamını sağ tarafına toparlamıştı.
Bakışları insanın içini donduracak kadar soğuktu.
Hiç ısınmamıştı sanki. Deniz, gözlerinin soluk ışıltısını ona aynen iade ediyordu. Kafasında binlerce şeytan veya belki de binlerce melek... Belli olmuyordu.
Zaten benim asıl ilgilendiğim kafasının içindeki şeytanlar değil dışındakilerdi. Kafamızın dışındaki şeytanlar...
Saat, soğumaya yüz tutmuş rüzgarı, ritmik bir şekilde karaya vuran dalgalar geçiyordu. Gün, aşınmış betonun üzerindeki çekirdek kabuklarıydı. Hangi aydaydık hatırlamıyorum ama bulunduğumuz sene çokça küf kokuyordu. Biraz yalnızlık, biraz içe kapanıklık... Biraz renkli ve çokça soğuktu esen rüzgar.
Rüzgar içimdeki alevi her yere yayabilecek kadar kuvvetliydi.
Gözlerimi kapatıp arkama yaslandım. Bundan sonra ne olacaktı merak ediyordum. Hayatım ne seyirde devam edecekti? Yine saçma sapan fikirlerin, intikamların, zulümlerin peşinden mi gidecektim yoksa Allah'ın bana bahşetmiş olduğu yegane hediye olan kardeşlerimle birlikte hayallerimizin peşinden mi koşacaktım? Bunu şimdilik bende bilmiyordum. Bildiğim tek şeyse birkaç saattir huzurlu olduğumdu.
Tabi ki huzurumun bozulması çokta uzun bir zaman sürmeyecekti.
Yoksa bu kadar yaklaşmışken vaz mı geçeceksin çocukluğunun intikamından?
Dedi şeytan, tüm kararlılığıyla. Hemen denizin dibinde her zaman giydiği kıyafetleriyle duruyordu karşımda. Üzerinde şüpheden ibaret bir ceket, altında ise insanın ayaklarını yerden kaydırabilecek kadar kaygan, insan derisinden yapılma bir pantolon. Her yeri simsiyahtı dişleri hariç. Gülümsediği zaman gözlerimi kör edecekmiş gibi geliyordu.
Vaz geçmeyeceğimi o da biliyordu. Bu işi bu gün bitireceğimi o da en az benim kadar biliyordu.
Cevap vermek için çaba sarf etmedim. Zaten insanın içini okuyabilen bir şeye nasıl cevap verilebilirdi ki? Gözlerinin içine bakıp sonra bakışlarımı tekrar yere sabitledim.
Onunla geçirdiğimiz o kasvetli günden sonra bana karşı olan ilgisinin değişmeye başladığını hissetmek zor değildi. Ona o güne kadar hiç kimsenin yapmayacağı bir iyilik, fedakarlık arası bir şey yapmıştım. Tam olarak ne yaptığımı bende bilmiyordum çünkü bir anda ve benim isteğim dışında gerçekleşmişti. Velhasıl bir şeyler yaşamıştık ve beni süper kahramanı sanıyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Geçmişin Sanrısı (Wattys 2015 Kazananı)
Adventure''Belki hayat bana iyi davransaydı iyi birisi olabilirdim'' dedim karşımda oturan şeytana. Onaylar gözlerle bana doğru bakıyordu. ''O zaman bende olmazdım ama'' dedi bıkkın bir sesle. ''Olmasan daha iyi olurdu'' dedim. Her zaman ki gibi yine umursam...