Git, git, gitme...
Uyandığımda yanımda kimse yoktu. Onun vanilya kokusu ulaşmıyordu içime. Sesi dolmuyordu kulağıma. Yanımda sıcaklığını hissedemiyordum. Kolum koluna değip tüm vücuduma bir titreme gitmiyordu. İçimdeki büyük korkuyla yukarıya kalktı göz kapaklarım. Ayağa kalkarak birlikte kullandığımız dolaba baktım. Yarısı boştu. Yatağındaki çarşaflar değişmişti. Benim bile şaşıracağım bir hızda banyoya baktım.
Yoktu.
Bir umut dışarıdadır diye balkona baktım. Orada da yoktu. Gözlerim dolmadan önce saksının kenarında olan yarısı içilmiş sigarayı gördüm. Papatyalar ise solmuştu. Toprağın üzerine serilmişlerdi. Sol yanım ağırlaşırken Jongin'in odasına attım kendimi. Uyuyordu. Ben ise onun gitmiş olması hissiyle ağlıyordum. Yanına yaklaşarak dürtüklemeye başladım Jongin'i. Uyanmıyordu.
"Jongin, lütfen uyan." Ağlamaktan dolayı kısık çıkan sesimle defalarca seslendim Jongin'e.
Korkarak yataktan kalktı. Dağılmış saçlarını eliyle biraz daha karıştırdıktan sonra gözlerini ovaladı ve yarım bir şekilde açıldı göz kapakları. Ağladığımı fark ettiğinde gözlerini biraz daha açıp sıkıca sarıldı. Bir eli sırtımda dolanırken bir eli saçlarımı okşuyordu. Sarılması ağlamamı durdurmamıştı, aksine daha fazla ağlamama neden oluyordu. Kendimi ailesiz kalmış küçük bir kız çocuğu gibi hissetmekten alıkoyamıyordum. Tırnaklarım Jongin'in omuzlarına batarken Jongin tek kelime etmiyordu. Birkaç dakika sonra kızarmış olan gözlerim Jongin'i buldu. Bana öyle bakıyordu ki, sanki özür diler gibi. Sanki yapmaması gereken bir şeyi yapmış gibi.
"Jongin?" Sesimin titremesine engel olamıyordum. İçimde bir yerler intihar ediyor gibiydi.
"Efendim, Baek?"
Dilimi dudaklarıma değdirdim. Ağlamamı durdurmak için ısırdım dudaklarımı. "Chanyeol," gözleri o soruyu bildiğini ama sormamı istemiyor gibiydi. Nasıl sormazdım, kelebeklerimi uyandıran tek adamı? "Nerede?"
Beni kendine çekip tekrar sarıldı. Daha sıkı sarılıyordu. Cevaplamak istemezmiş gibi. "Seni trende bekleyeceğini söyledi." Kalın ve boğuk sesi kulağıma ulaştığında ağlamam durdu ve onu kendimden uzaklaştırıp ellerimle yüzümü kuruladım. Tekrar ona baktığımda yüzüne buruk bir tebessüm oturmuştu.
"Sahiden mi?" Gözlerim kırpıştıkça kirpiğime takılıp kalan gözyaşları yanağımdan aşağı uzun bir yol izliyordu.
Jongin yavaşça başını aşağı yukarı salladı. O an sevinçten bugün kaçıncı olduğunu bilmediğim bir şekilde Jongin'in boynuna sardım kollarımı. Defalarca teşekkür ettim kısık sesimle. Ayrıldığımızda kırmızı duvardaki büyük kahverengi saate baktı.
"Bir saat sonra tren kalkacak. Çabuk ol da hazırlan."
Başımı sallayarak tekrar teşekkür ettim Jongin'e ve hızlı adımlarla odamıza gittim.
Hızlıca üzerimi değiştirip, yüzümü yıkadıktan sonra adımlarım tren istasyonuna yöneldi. Tren istasyonunda, gözlerim etrafta onun bedenini ararken, hiç denk gelmedim. Yoktu.
Chanyeol yoktu.
Oturduğum metal bankın hemen yanındaki duvarda bulunan büyük saate dikkat kesildim. Daha trenin kalkmasına vardı. İlerideki küçük dükkandan ekmek almak için ayağa kalktım. Yaşlı kadın tatlı bir şekilde gülümsedikten sonra istediğim ekmeği vermişti. Eski oturduğum yere dönerken içimdeki kötü his tekrar baş göstermişti. Midem bulanıyordu. Elimde dakikalardır tuttuğum ekmeği sırt çantamın içerisine tıktım. O bankta biraz daha oyalandıktan sonra orta yaşlı, mavi şapkalı adam elindeki kırmızı, beyaz megafonla trenin beş dakika sonra kalkacağı anonsunu yapıyordu. Kalbim ağırlaşırken etrafıma bakıyordum. Hiçbir yerde kahverengi saçlı, uzun boylu, güzel yüzlü sevdiğim adamı göremiyordum. Son anonsla korka korka trene attım kendimi.