8

131 70 6
                                    

8 saat sonra...

Çınar ağaçlarının dibindeydim, Bella'nın bizim için diktiği iki çınar ağacının tam ortasındaydım. Bu ağaçları sulayalı iki dakika oluyordu, sıra vücudumu sulama görevindeydi. Bu görev ağzımda acı bir tat bıraksa da kafamda iyi bir his bırakıyordu.

İhtiyar tüm yol boyunca bana içini dökmüş, yaşadığı tüm zorlukları anlatmış, kalacağı bir yerinin olmadığını söylemişti. Bende ona "Benim evde kalabilirsin" demiştim. İlkte kabul etmemişti, ama biraz zorlayınca kabul etti. İhtiyarı bizim eve götürmüş, ona bir oda ayarlamış, yatırmıştım. Onu yatırdıktan sonra kendimi bir büfeye atarak alış veriş yapmış, kısa sürede Bella'nın eski evlerinin arka bahçesine gitmiştim. İki ağacın tam ortasına götümü dayamış, alkolümü yudumlamaya başlamıştım.

Gökyüzü karanlıklar içinde boğuluyor, kabaca sesler çıkarıyordu ve ara ara flaş gibi patlıyordu. Korkmuyordum ama havanın birden bu kadar boğulması, içimi karartıyor ve zaten derbeder olan beni daha da derbeder ediyordu. Bir kadının gidişi anca bu kadar acıtıcı olabilirdi, o kadar acıtıcıydı ki; sanki her zerreme milyarlarca iğne batırıyorlardı.

Keşke her zerreme milyarlarca iğne batırsaydılardı da; sen gitmeseydin be!

Şehrin taze görüntüsü karşısında büyüleniyordum. Oturduğum yerden şehrin görüntüsünü ve benim elimi kolumu bağlayışını izliyordum ayrıca bu görüntü beni çaresiz bırakıyordu. Yapayalnız kalmıştım şu Dünya'da.

Biraz sonra gökyüzü ağlıyordu, bunu tenime düşen soğuk damlalardan hissediyordum. Gözlerimden birer-ikişer sıcak gözyaşları süzülüyor, elimde ki alkol şişesinden birer-ikişer yudum daha alarak, kendimi rüzgarın tenimi okşayışına bırakıyordum. Biraz sonra yağmur hızlanıyor, beni yeni baştan ıslatıyordu. Tenim yavaştan ve tekrardan üşümeye başlıyor, beni oturduğum yerden kaldırıyordu.

"Eve gitme vakti mi geldi?" diye kendime soru soruyor, bu sorunun cevabı; "Evet uyuma vakti geldi" diye cevaplıyordum.

Biraz sonra evin arka bahçesinden, ön bahçesine geçiyor, sessizce dış kapıyı aralayıp, kendimi evime çıkan karanlık sokağa bırakıyordum. İnsanlar çoktan evlerine çekilmiş, yataklarına ulaşmıştı. Sokaklar, sokak hayvanlarına emanet edilmiş, binaların ışıkları söndürülmüştü. Bu karanlık sokakta geriye kalan; bir kaç hayvan ve ara ara yanıp sönen, sokak lambalarıydı.

Evimin bahçesi, bulunduğum konumdan görülmeye başlıyor, yağmurdan ötürü adımlarımı sıkılaştırıyordum. Yaklaşık bir dakika sonra evimin bahçesine varıyor, dış kapıyı sessizce aralıyor, içeriye giriyordum. Yorgun bir vaziyette zar zor üzerimi değiştiriyor, kendimi sıcak yatağıma atıyordum.

Yatağımdan uyandığımda 27 yaşındaydım.

Aslında 26 yaşına uyandıktan sonra girmiştim, dün gece doğum günümmüş, bunu telefonumun alarmını durdurduktan sonra öğrendim. Güneş odama vurmuyordu; pencereye yapıştırdığım ufak notlardan manzara gözükmüyordu. Dün geceden kağıtlara yazdığım yazılar yatağın etrafına düşüşmüştü, aslında sadece onlar düşüşmemişti, normalde yerde ya bir halı, ya da hiç bir şeyin olmaması lazımdı. Ama yer, üstü yazılı kağıtlarla dolmuştu, bu kağıtlar aylarca hatta yıllarca buradaydılar. Kimi kağıtlar buruşturulup bir köşe de biriktirilmişti, bu köşe ufak bir tepeciği oluşturmuştu.

Ayağa kalkıp kendimi aynada seyrettim, boyum on yıl önceye oranla uzamıştı. Bella'ya duyduğum hasret, geçen on yılın her gününde ikiye katlanmıştı. Hasretim, Uzay gibi sonsuz denebilecek bir kıvamdaydı.
Oda o kadar pislik bir durumdaydı ki; adım başı sigara izmariti, boş alkol şişesi ve sağa sola fırlatılmış yiyeceklerin ambalajları, boy boy rastgele dizilmişti. Kısacası bu odaya sekiz tane kainatın en hızlı temizlikçilerini verseler, temizlemeden veya temizleyemeden siktir olup giderlerdi. Bu kadınlar böyledir; zoru gördüklerinde kolaya kaçarlar.

Eminim ki benim bu lanet olası evimin ve özellikle yatak odası kısmı, Tanrı'nın koca bir lanetine uğramıştı...

İhtiyar.. Size ihtiyardan bahsedeyim, geçen yıl kansere yakalandı. 9 yıl boyunca beraber aynı çatının altında, aynı oksijeni bayatlattık. Son yılımız ayrı geçiyor ve durumu her gün kötüye gidiyordu. Öyle iyi bir insandı ki; başıma ne zaman bir şey gelse, hemen peşimden gelirdi. Ölen babamdan alamadığım şefkati ondan almıştım. Baba konusunu şimdi açmayacağım. İhtiyar adamın bir gülü vardı bahçede, kendisi dikmişti, kendisi suluyordu her gün, o kadar güzel büyümüştü ki, o kadar güzel duruyordu ki bahçede, diktiğim diğer tüm bitkiler, ihtiyar adamın gülünü kıskanmış, boyun eğmiş, ilkbahar'da solmuştu.

İlkbahar'da solmak.. İlkbahar'da solmak nedir? Bu soruyu hangi kaynakta ararsanız arayın, cevabını bulamayacaksınız; hiçbir çiçek, hiçbir ağaç ilkbahar da solmayacak kadar güzel!

Bella'nın yokluğundan geçen on yıllık sürede iki adet kitap yazmış, yazdığım bu kitaplar kısa sürede yok satmış, hatta tekini bir yönetmene film çevirmesi için satmış, para üstüne para kazanmış, kazandığım bu paranın bir kısmını, İhtiyar'ın hastane masraflarına, bir kısmını ise geçinme masraflarına ayırmıştım.

"Boğazımda ki Düğüm" adlı kitabım, yakında filme dönüşecek, TV'lerde yayınlanacak, insanlar bu filmi izleyecek, hatta belki diyorum bazı insanlar izlerken ağlayacak, bazı insanlar arkamdan küfürler yağdıracak. Ama olsun ben yazdım yakında çevrilecek, varsın küfretsinler, varsın ağlasınlar, ama işte izlesinler..

Evde ki işlerimi hızlıca yapmaya koyuldum, bir an önce evden ayrılıp, ihtiyarın yanına varacak, onunla biraz konuşup yanından ayrılarak, tren istasyonuna varacak ve orada bir miktar vakit geçirecek, ardından Bella'nın eski evlerinin arkasında ki ağacı suluyacak, evime geri dönecek ve böylece bir günümü daha öldürecektim. Hayat böyledir, kısadır ve bir şeylerle ölecektir.

Evde ki tüm işlerimi halledip, bahçeye çıktım. Hava sıcak ve güneşliydi, köpeğimin ufak mezarı, tüm sevecenliğiyle duruyordu. Tüm sevdiklerim hayatımdan çekip gidiyordu, bana bir ben kalıyordum geriye, o da yetmiyordu. Bahçemde ki tüm bitkiler solmuştu, ihtiyar adamın diktiği hariç...

İhtiyarın diktiği gül, bahçe de tüm güzelliğiyle dimdik duruyor, soktuğumun bahçesini cennete çeviriyordu. Ulan ilkbahar'da siz nasıl soluyorsunuz?

Bahçenin dış kapısından ayrılarak, park ettiğim eski model aracıma binerek, hastaneye giden yolu takip etmeye başladım. Şehrin tüm telaşından araçla sıyrılarak, kısa sürede insanların önünde mutsuzca oturdukları büyük hastanenin girişine vardım.

Aracı hastanenin yanında ki parka park ederek, araçtan atladım. Parktan ayrılarak, hastanenin giriş kapısının önünde bulunan, koyu mavi renkte ki sandalyenin üzerine oturdum. Siyah ceketimin üst cebinden sigara paketimi cebimden çıkarmadan, paketin kapağını aralayarak bir dal sıyırdım ve dudaklarımın arasına sokarak, sol elimle mavi kot pantolonumun sol cebinden çakmağı alarak sigarayı ateşledim. Sigaradan derin bir nefes alarak, mavi çakmağı geri sol cebime attım.

Etrafımda ki insanların bir derdi vardı, çoğusu benim gibi hastaneye bir yakınlarını ziyarete gelmiş, bazıları ziyaretini bitirip dışarıda sigarasını yakmış, bazıları da benim gibi daha girmeden sigarasını yakmıştı..

Aslında bilmiyorum, ziyaret edenlerin, ziyaret etmeden önce burada sigara içtiğini..

İçtiyse kaç tane içti? Asıl soru bu.. Acısı ne kadar? Bilmiyorum, bilmiyorum..

Etrafımda ki insanlardan sadece küçük çocuklar mutluydu, nedensizce gülüşüyorlardı. Tekinin gülüşü kursağında kaldı, annesinin elinden tutmuş lösemili bir çocuk, hastaneye sürükleniyordu, diğer elinde bir balon vardı, doğa'nın vicdansızlığı olsa gerek, aniden esen sert rüzgar, elinde gevşek tuttuğu balonu aldı, aldı ve adı rüzgar olan sert adam, balonu gökyüzüne teslim etti.

Rüzgarın ve gökyüzünün bu lösemili çocuğa hiç mi hiç merhameti yoktu. Annesi, çocuğunun elinden tutarak hastanenin dönen kapısından içeriye soktu, çocuğun gözleri dönen kapının kirli camlarından gökyüzüne takıldı. Ufak bir siyahın tonunda çocuk gözlerimden kayboldu.

Sigara bitmişti, artık kalkma vakti gelmişti, siktiğimin hastanesinin önünde yaklaşık on dakikadır oturuyorum ve on dakikadır yüzü gülen bir insan görmedim!

Ve ben, elinde ki balonunu gökyüzüne kaptırmış bir çocuğun dilinde ki küfürdüm.

Kelebeğin GecesiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin