1

616 221 59
                                    

"Üşüyorum, hava çok soğuk" dedi, ellerinin morarması bunun en açık belirtilerindendi. Kurumuş dudaklarının arasından çıkan buhar, güneşi olmayan bir gökyüzüne doğru yavaştan yükselmeye başladı. Canı sıkılmış gibiydi, o kahverengi gözlerini, sık sık sağa sola kaçırıyordu. Bir şeyi vardı bugün, bu her neyse onu rahatsız ediyordu ve onun bu denli üşümesi benim tenime zarar veriyordu. Giyindiğim siyah monttan vücudumu sıyırarak, soğuktan çatlamış ellerime aldım. Oturduğum sandalyeden kalkarak, onun hemen karşımda oturduğu sandalyenin, yanı başına gelerek, O'nun üşeyen vücuduna saldıran soğuk havaya karşı, siper niyetine montumu, omuzlarının arkasından sırtına geçirdim. Tekrardan eski oturduğum yerime geçerek; sandalyenin üzerinde dirseklerimi dizlerime dayadım, parmaklarımı birbirine geçirerek çenemin altına koydum, vakit onu izleme vaktiydi. O en çok izlenirken güzeldi, susması ise bir kıyametin habercisiydi.

Bir kış günü, bir parkta sadece ikimiz.. Yapayalnız oturmuş birbirimizi izliyorduk.

"Hala üşüyor musun?" her ne kadar vücudum soğuktan hareket edemez olsada, ben değil o önemliydi benim için. İnanıyorum ki o ısınırsa ben de ısınacaktım.

"Hala üşüyorum" dedi. Gözleri bir an olsun bir yerde durmuyordu. Güneş bugün bize kendini göstermiyordu.

"Gitmek zorunda mısınız?" dedim sessizce. Sesimin tonunda bir yalnızlık, bir bitmişlik vardı. Biliyordum gideceklerdi ama ben ısrarla defalarca aynı soruyu sormakta inattım. O da bana aynı cevabı hiç çekinmeden vermekte inattı.

"Gitmek zorundaymışız. Bir saat sonra buralarda olmayacağım."

"Ne zaman görüşeceğiz peki?"

"Bilmiyorum sevgilim.. Senden bir şey isteyeceğim?"

"Yeter ki sen iste sevgilim, söyle nedir o istediğin" ne de güzel dökülüyordu kelimeler ağzından ve ben nedense bir harf olmak istiyordum.

"Bizim oturduğumuz bina var ya, onun önünde büyük bir bahçe var, o bahçenin arkasında yani denize bakan kısımda, işte oraya iki adet çınar ağacı dikeceğim az sonra, onlara her gün bak olur mu?"

"Ölene dek.." bilmiyor ki ben, o gidince zaten öleceğim.

Konuşulacak milyarlarca konu varken, suskunluğu seçmem biraz garip oluyordu. Gökyüzü niyeti bozmuştu, büyük bir gürüldemeyle yeryüzüne evlatlarını birer-ikişer fırlatıyordu. İçimden "Zamanı değil! Zamanı değil!" nidaları yükseliyor, sanki midemden ikinci bir ben derime doğru yumruk atıyor, vücudumu yıpratıyordu. Uykulu gözlerim yarı-yamalak gökyüzüne doğru yöneliyor, hafiften sağanağa bastıran yağmura kafa tutuyordu. Bir buzun keskinliğinde yüzüme çarpan yağmur damlaları, bir an bir el tarafından siliniyordu. Bu elin sahibi karşımda oturan Bella'nındı. Gözlerinden sıcak gözyaşları yanaklarından aşağıya doğru kavisli bir şekilde iniyor, değdiği her yeri cehennemden beter ediyordu. Buz kesilmiş o tatlı elleri, gökyüzünden gelen ve yüzüme düşüp gözlerimin çukurundan aşağıya doğru akan yağmur damlalarını okşuyordu. Onun elleri her ne kadar soğuk olsa da, dokunduğu her zerrem de ayrı bir yangın oluşturuyordu. İnsan bu denli bir yangına dayanamazdı, hele ki bir ayrılık öncesi ise bu yangın..

Usulca vücudu ayrıldı önce sandalyeden, sonra yaklaştı bana, dibime girdi. Everest'in soğukluğunu taşıyan burnu, burnumun ucuna değdi. Yanaklarımı avuçlarının içine aldı, baş parmaklarıyla okşadı. İçim bir yandan ilkbaharı, bir yandan sonbaharı aynı anda yaşıyordu. Gülümsesem mi, ağlasam mı? Hiçbiri.. Sadece gözlerine bakıyordum, göz kapakları kısılmıştı, yuvasında ki sulanmış gözleri yere bakıyordu. Ellerini ilk önce yanaklarımdan ayırdı, omuzlarıma geçirdi, dirseklerimden aşağıya doğru yavaşca indirdi. En sonunda ise ellerimiz birleşti, kısılan gözlerini yavaşca açtı, gözleri gözlerime çarptı. Dudaklarını ayırdı, soğuk havadan derin bir nefes çekerek, soğuktan kurumuş dudaklarımı öptü.

Daha sonra ellerini ellerimden ayırdı, yüzü bana dönük şekilde, bir adım geriye doğru attı, bir adım daha. Ağlıyordu, ağlıyorduk.

Gidiyordu, kalıyordum.

Bazen gidenle gidilmiyordu.

Hayatıma konu olan kadın; hiç yaşlanmıyorsun. Giderken bile yaşlanmıyorsun. Sen yanımdayken zaman öyle bir geçiyordu ki!

Ah be kadınım..
İçimde ki ateşin tek sebebisin. Korkarım şehir tutuşacak, yanacaksın..

Omuzlarına attığım montumu ıslanan sandalyenin üzerine yavaşca bıraktı. Elleriyle gözyaşlarını silerek, parktan uzaklaştı..

O gidiyordu, ben ölüyordum.



Kelebeğin GecesiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin