Yatakta debelendiğim dakikalarda üzerimde garip bir şeyler olduğunun farkındaydım. Ama hiç bilmediğim bir yerde uyanıp, kendimi bambaşka birinin bedenine bakarken bulmayı hiç hayal etmiyordum.
Dün Michael Clifford'la çarpışıp onunla kısacık, mükemmel dakikalar geçirmek belki de hayatımda başıma gelen en güzel şey olmalıydı. Zaten belli ki tüm bunları zirvede bırakmaya karar verip kendimi dış dünyaya kapatmış ve kendime böyle saçma bir dünya yaratmıştım. Michael Clifford olarak.
Çünkü bunun başka bir açıklaması olamazdı, değil mi?
Kendimi banyoya atıp aynada onun yüzüyle karşılaştığımda gerçekten aklımı yitirdiğimi düşünmüştüm. Hala da öyle düşünüyordum ya, neyse.
Birkaç dakikadır banyo zeminine çökmüş boşluğa bakıyordum. Başta bunun bir rüya olduğuna kendimi inandırmışsam da şimdi tek düşündüğüm kaçığın teki olduğumdu. Kimseye akıl sağlığımın mükemmel olduğunu savunacak değildim zaten ama şu an kendimi gerçekten aşmıştım.
Kapının ardından boğukça duyulan telefon sesini duyduğumda yavaşça başımı o tarafa çevirdim. İlk başta sesi yok saymaya karar vermişsem de karşı taraftaki vazgeçmeyecek gibi görünüyordu. Derin bir nefes alarak ayaklandım ve garip derecede uzun olan bacaklarımla odaya doğru ilerledim.
Telefonu çarşafların arasında bulduğumda alışkanlıkla saçlarımı kulağımın arkasına... Sokamadım. Çünkü kulağımın arkasına sokacak kadar saçım yoktu! Kendi kendime göz devirerek ekrana baktığımda arayanın- ASHTON SİKTİĞİMİN IRWIN'İ OLDUĞUNU GÖRDÜM!
Titreyen parmaklarla aramayı yanıtladım, cevap vermediğim için kapımda bitmesini istemiyordum.
"O bağıran sen miydin?" diye sordu telefonu açtığımda. Siktir.
"Hayır."
"Sen olduğunu sanmıştım." dedi ve birkaç saniye esnemek için durdu. "Her kimse beni uyandırdı."
"Bilmiyorum, ben duyumadım." dedim gayet rahat bir tavırla. "Ben de sen aradığında uyandım."
Bu kadar rahat yalan söylememe şaşırdıysanız, buna alışsanız iyi edersiniz çünkü karşınızda yalan kraliçesi duruyor, millet. Ya da artık "kralı". Kendi kendime göz devirdim.
Ashton kısa bir an için söylediklerimi tarttıktan sonra "Aksanının nesi var öyle?" dediğindeyse gerçekten bunu hiç beklemiyordum. Ben Amerikan'dım, Michael ise bir Aussie'ydi.
En Avustralyalı tavrımı takınarak, "Tüm gece saçma Amerikan şovları izledim, ne bekliyordun ki?" derken kafamın içinde kendi kendime bir beşlik çakıyordum. Söylemiştim, yalan kral...içesi. Sikeyim, neyse.
"Evet, seni anlıyorum, kardeşim." diye kıkırdadı Ashton ve bu beni de gülümsetmişti. Gülünce yanaklarında oluşan gamzelerini düşünmek bile midemde kelebeklerin uçuşmasına sebep oluyordu. "Her neyse, ben biraz daha uyumaya çalışacağım. Seninle yemekte görüşürüz."
"Evet, görüşürüz."
Telefonu kapatıp yatağa bıraktıktan sonra karşı duvara boş boş bakmaya başlamış olduğumu fark ettiğimde, bunun bir alışkanlık haline gelebileceğinden korkmuştum. Gözlerimi kırpıştırarak bu saçma transtan kurtuldum.
"Az önce Ashton Irwin'le telefonda konuştun, kızım." dedim kendi kendime ama bunu Michael'ın sesinden duymak oldukça garipti. Özellikle de bu ses kulağıma hiç Michael'ın sesiymiş gibi gelmiyorken.
Kendi sesinizi bir videoda ya da ses kaydında dinlediğinizde sanki o siz değilmişsiniz gibi gelir ya. Bu ben olamam, tanrım, korkunç! dersiniz. Tam olarak onu yaşıyordum işte. Sadece... Tam tersini.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Being Michael Clifford
Short StoryBambaşka birinin bedenindeydim. Ben, Michael Clifford olmuştum.