Alnım, alnına yaslı bir şekilde soluk soluğa nefes alırken, dudaklarına tekrar saldırmamak için kendimi sıkıyordum. Bu his, içimde kavrulup büyüyen, boğazıma dayanan bu kıvılcımlar, bu istek, ondan gelen ve bana karışan bu koku, daha evvel hissettiğim hiçbir şeye benzemiyordu. Gözbebeklerinden ateş çıktığını görebiliyordum, benim bakışlarım ne kadar dağılmışsa, onunkiler on katı daha dağılmıştı, hala kucağındaydım, elleri kalçalarımın iki yanında beni sıkıca tutuyordu. Muhtemelen utanmam gerekiyordu, aklımı bu kadar kaybetmemiş olsaydım bunu düşünürdüm. Ama bakışlarım odağını kaybetmişti, nefeslerim düzensizdi ve bayılacak gibi hissediyordum.
Aynı odağını kaybetmiş bakışlarla yutkundu, kalçalarımda duran ellerinden birini belime çıkararak doğrulmam için kaldırdı, bacaklarımı çözerek yere bıraktım ama düşmemek için omuzlarına tutunmaya devam ettim. Bütün vücudum kemiksiz bir et yığını gibi gevşemişti ve bacaklarım deli gibi titriyordu. Yutkunarak belimi sarmaya devam etti ama gözlerini kaçırmadı. Kulaklarımızda çığlıklar, alkışlar ve kahkahalar vardı, kendimi soytarı gibi hissediyordum ve onun da aynı şekilde hissettiğini aniden çatılan kaşlarından ve odağını bulmuş gözlerinden yakaladım.
Uğuldayan kulaklarım ve buğulu gözlerimle halen meseleyi kavramaya çalışırken, onun otoriter sesi kulaklarımı doldurdu, ne söylediğini anlayamıyordum çünkü bilincim boş bir kuyuya düşmüş gibiydi. Ben hala ona tutunarak etrafa bakmaya çalışırken, başımdan aşağı geçirdiği pelerinle şaşkınca ona baktım, bu kez mor bir pelerindi ve geniş başlığını kaldırarak gözlerimden geçirdi. Çatık kaşları ve seri hareketleri ve gözlerime hiçbir belirti göstermeden doğrudan bakan gözleri, ilgimi üzerinden almama engel oluyordu. Tekrar ifadesiz bakışlarına geri dönmüştü ve böyle ani keskin dönüşlerin altından başarıyla kalkabilmesi ilginçti.
''Elimi sıkıca tutman gerekiyor.'' Doğrudan benimle konuştuğunda, kaşlarım çatıldı, ne söylediğini anlamak için iki kez düşünmem gerekiyordu, sadece sesindeki sertliği ve otoriterliği kavrayabiliyordum. ''Başını yerden kaldırma, yalnızca senin için açtığım yolu takip et, başlığını indirme ve kimseyle göz göze gelme. Bu kalabalıktan çıkana kadar, sakın, sakın elimi bırakayım deme.'' Etrafı kolaçan ederek söylediğinde, ciddiyeti tüylerimi ürpertti ama herhangi bir tepki vermedim. Buraya bir at arabasının arkasından gelmiştik, saray büyük kayalıkların üzerinde büyük bir tepeye inşa edilmişti. Sarayın arkasındaki bu açıklığa ulaşabilmek için bir miktar yol gitmek gerekiyordu ve halktan kimse yoktu, bizi izleyen herkes saray halkıydı.
Elimi kavrayarak sıkıca tuttu ve platformun merdivenlerine yönlendirerek uzun ve güçlü adımlarla inmeye başladı, ben hala elimi tutan koluna tutunma ihtiyacı hissederken onun böyle toparlanabilmesi adil değildi. Söylediğini yapıp başımı yerden kaldırmadan yalnızca adımlarımı izleyerek benim için açtığı yolu takip ettim. Gelirken kullandığımız at arabasının önünde durduk. Gümüş beyaz, altın sarısı ve pembe şampanya renginde püsküller, parlak saten kumaşlarla süslenmiş, ahşap tekerlekleri oymalı oldukça güzel bir arabaydı, arabayı çeken beyaz at, en az araba kadar gösterişli ve güzeldi. Ben, aptalca bakmaya devam ederken, belimden kavrayarak beni kolayca kaldırdı, o küçük dokunuşla bile karıncalanan sırtımı görmezden geldim, arabanın içine girmemi sağladı, geri çekilerek bekledi ve aynı şekilde Lala Akemi'nin binmesi için izin verdi. Bana gülümseyerek bakan kırışık dolu yüzüne aynı şekilde gülümsemeye çalıştım, bu tuhaf bir andı. Chanyeol kapıyı kapatmak için hazırlandığında, kaşlarımı kaldırıp ona baktım.
''Sen nereye gidiyorsun?'' Soru duymaktan hoşlanmadığını anlamıştım, ama soran bendim ve o cevap vermek zorundaydı. Geri çekilerek arabaya baktı, kaşları çatıktı. ''Sardalye'nin sırtını tercih ederim.''
ŞİMDİ OKUDUĞUN
draw your swords // chanbaek
Fanfiction"Ben Komutan Park Chanyeol. Bundan böyle, kralım Byun Baekhyun, benim en büyük yeminim."