Tekrar sağa döndüm ve yerimde huzursuzca kıpırdandım. Onunla birlikte yatmaya o kadar alışmıştım ki şimdi bu küçücük yatak kocaman geliyordu.
Ortada hiçbir şey yokken Hoshi'nin odasında kalabileceğini söylemişti. Tabii ki de karşı çıkmamıştım. Ne diyebilirdim ki? Çoktan ona alıştığımı ve tek başıma uyumak istemediğimi mi?
"Hah." Kaşlarımı çattım. Uyuyamayacakmış gibi hissediyordum.
Yataktan kalktım ve masamın üzerinden telefonumu alıp Jisoo'ya mesaj attım. Muhtemelen uyumuştu. Belki de uyumamıştı. Aklıma gelen düşüncelerle iç çektim. Tanrım... Jisoo gerçekten de çok temiz ve masum biri gibi görünüyordu.
Aslında... Jihoon da öyle görünüyordu. Evet, onu sadece gören biri böyle düşünebilirdi. Aykırı olan saç rengi bile onda sevimli duruyorken başka ne düşünebilirlerdi ki?
Ayakta dikilmeyi kesip odadan çıktığımda mutfağa doğru yürüyecektim ki açık olan kapıdan Jihoon'un da uyumadığını, yatakta oturduğunu gördüm. Yorganı kaldırmamıştı bile. Nasıl bırakıldıysa öyleydi yatak.
Ona seslenmek istesem de vazgeçtim ve gürültü yapmamak için uğraşmadan mutfağa gittim. Ayakta olduğumu fark edip gelirdi zaten.
Ama gelmedi. Oyalanmak için o kadar saçma bahaneler buldum ki, bir saatimi mutfakta geçirdiğime emindim. Yine de gelmedi. Uyuyakaldığını düşünüp sessizce Hoshi'nin odasının önüne gittim fakat kapı kapalıydı. Nedensizce yenilmiş hissediyordum. Bu yüzden düşük omuzlarım ve bastıran uykumla kendi odama girip gürültüyle kapıyı kapattım.
Yatağımdaki Jihoon'un sıçrayıp korkuyla bana bakması aynı anda oldu.
"Ne işin var burada?" Sinirli falan değildim, olduğundan fazla şaşkındım. Sanki biraz da mutlu.
"Uyuyamadım?" Gözleri kızarmıştı, üstelik sesi de çatlaktı.
Ayakta dikilmeye bir son verdim ve ona doğru yürüyüp yatağa girdim. Bunu bekliyormuş gibi, biraz da çekingence, kollarını bana sardı.
"Kötü bir alışkanlık gibisin."
"Zaten yalnız uyuyamıyordun Jihoon. Yoksa bana yalan mı—"
"Artık sensiz uyuyamıyorum." Büktüğü dudaklarına elimle vurup yorgun bir kahkaha bırakmasına sebep oldum. O sıra hislerini anlamak istercesine derin bakıyordum suratına.
"Mutfakta ne yaptın o kadar uzun süre?" Omuz silkip gülümsedim.
"Seni bekledim." Yalan söylemeye gerek yoktu şimdi, can sıkıcıydı ama dakikalarca beklemiştim.
"Ne tesadüf, ben de seni bekledim." Kollarını geri çekip aramızdaki mesafeyi biraz açtığında yaramaz yanımı susturamadım.
"Ne için beni bekledin?" Gülmesini beklerken ciddi suratımın erimesini istiyormuşçasına öpmeye başladı beni. Niyetini bu şekilde belli etmesi kalbime kanat takılmış gibi hissettiriyordu. Birlikte uçuyorduk.
Nefes alamadığımı fark ettiğimde yavaşça geri çekildim. Evet, son anda kolumu yakalamasa yataktan aşağı düşüyordum. Düşmem önemli değildi, alışkındım sonuçta fakat ortamın içine etmiştim.
Dün gece aramızda geçen sıkıntılı sohbetin ardından tam olarak böyle bir şeye ihtiyacım vardı. Böyle bir şeye işte. Dudaklarına, beni öpmesine, onu öpmeye? Söz konusu Jihoon iken fark etmiyordu.
Üzerimdeki kalın yünlü kazağı çıkarıp —neden pijama yerine bunu giymiştim hiçbir fikrim yoktu— yere attım. Sonra Jihoon'un elleri kendi ince pijama üstüne gitti ama onu durdurdum.
"Hava o kadar da sıcak değil." Kaşlarını çattığında ellerini geri çekti.
"O yüzden mi yanıyorsun?" Neden yandığımı gayet iyi biliyordu fakat ben de onun gibi susmayı tercih ettim.
"Hım," Bu sefer ben dudaklarına eğildiğimde geri çekildi ve üstünü bir çırpıda çıkarıp kazağımın yanına fırlattı. Sonra ben daha ağzımı açıp itiraz etmeye vakit bulamadan ellerini omuzlarıma koyup dudaklarıma doğru eğildi.
"Jihoon..." Gözlerimi devirsem de midem ve böbreklerim krema kıvamındaydılar. Sanırım bunun farkındaydı çünkü gülüp bir elini karnıma indirmişti. O dokundukça daha da terliyordum ben.
"Hava o kadar da sıcak değil aslında..." Büktüğü dudaklarını yamultmak istesem de ince parmakları tişörtümün altına girdiklerinde bu isteğim uçtu gitti. Yamultmak istediğim başka tarafları vardı.
"Uyumaya gelmedin mi sen?" Sesim muhtemelen bulunduğumuz durum sebebiyle kısılmıştı.
"Tamam..." Uzattığı her bir hecede uykusuzluktan kırılıyorken sesi beni serbest bıraktı. Sanki aramızda sessiz bir anlaşma vardı. İkimiz de daha ileri gitmeyi ölesiye istiyorduk fakat yapamıyorduk. Ne o cesaret edebiliyordu buna, ne de ben.
Ona olan hislerim tamamen basit değillerdi. Bazı şeylerden sonra anlam kazanmışlardı. Bunu ben bile yeni yeni kavrıyorken o bilmese de olurdu.
Kırılmak, kırmama rağmen, isteyeceğim en son şeydi. Çünkü toparlanmaya çalışırken ne kadar zorlanacağımı biliyordum. Çok acı çekecektim. Hayatımda bir kere kırılmış, bundan da oldukça iyi bir ders almıştım.
Çoktan nefes alışverişleri düzene girmiş Jihoon'a bakıp derince iç çektim. Yüksek sesli bir bildirim sesi o zaman yankılandı odada.
"Siktir Jisoo."
•••
"Ne bok yemeye gecenin bilmem kaçında bana mesaj atıp meraktan ölmeme sebep oluyorsun? Hem attığım mesaja dönmedin bile!" Keşke bazı zamanlar işitme yeteneğimi devre dışı bırakacak özel bir güce sahip olsaydım. Jisoo'nun yanındayken kesinlikle lazım olacağına emindim.
"Sadece sıkılmıştım, sonra uyudum zaten." Yalan söylemiyordum. Jihoon uyuduğu için ben de hemen uyumuştum. Jisoo'yu umursayamayacak kadar bitkindim.
"Şu çocuk sana bir şey yaptı sandım. Tanrı korusun. Hem neden hala evde tutuyorsun onu? Mahkeme duvarı suratlı, ıy, korkunç!"
Gözlerimi bile devirmeden bomboş bakmaya devam ediyordum. Sonra suratını buruşturmaya bir son verdi ve bana sırnaşmaya başladı. "Canım arkadaşım~" Boynuma dolamaya çalıştığı ellerini itirip kaşlarımı çattım.
"Ne istiyorsun Jisoo?" Mimikleri ne yapacağına bir türlü karar verememiş gibi değişip duruyordu. Kesinlikle kabul etmeyeceğim ya da kızacağım bir şey söyleyecekti.
"Sana Jeonghan'dan bahsetmiştim..." Yutkunup kocaman açtığı gözleriyle bir tepki bekliyordu.
"Jeonghan kim?" Şu yaşlı patronu bırakıp sonunda doğru düzgün bir sevgili bulduysa buna kızmazdım, aksine sevinirdim. Ne demeye uzatıyordu ki gerizekalı?
"Hani Bay Yoon—"
"Siktir Jisoo, hala onunla birlikte misin?"
"Anlamıyorum, ona neden bu kadar karşısın? Emin ol göründüğü kadar yavşak ve çıkarcı değil," Hararetli konuşması gözleri uzaklara dalıp suratında bir gülümseme belirdiğinde huşulu bir hal aldı. "Melek gibi..."
Aslında ona karışma hakkım yoktu. Hevesini kırmaya ya da birçok şeye. Ama o adam cidden hoş değildi. Tamam hiç görmemiştim ama kafeler zinciri olan bir adamdan ne bekleyebilirdim ki? Göbekli, sakallı ve saçma sapan giyinen yaşlı bir adamdı büyük bir ihtimalle.
"Biliyorum benim tatlı Soonyoungie'm... Beni ne kadar sevip, değer verdiğini çok iyi biliyorum." Suratımı buruşturmamak için büyük bir çaba harcayıp devam etmesini bekledim. "Ama onu bir tanısan..."
"Tamam tamam, çık şu havadan ve doğru düzgün konuş." Drama modundan yüz seksen derece normal Jisoo'ya döndüğünde boğazını temizledi ve asıl niyetini belli edercesine kaşlarını çatıp ciddileşti.
"Seni onunla tanıştırmam gerek. Tek samimi arkadaşımı görmek istiyor. Japonya'ya gitmeden önce." Çatık kaşları düşüp suratı hüzünlü bir hal aldığında omuz silktim.
"Tamam." Tek dileğim Bay Yoon denen adamın Jisoo'yu gerçekten sevip sevmediğini anlamaktı. Kavga gürültü çıkmasa iyi olurdu ayrıca.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
into you
Fanfiction"Mutsuz olma, güzel şeyler yaşa." Tüm samimiyetimi kattım harflerimin, kelimelerimin içine. Sonra, onu son kez öpmeme izin verir mi diye sormak istedim. Ama bu sonrası için zor olurdu. Onu unutmam gerekiyordu. Ve her unuttuğumda bugünü de hatırlamak...