on bir

479 54 49
                                    

Yorganı ayaklarımla biraz daha itekledim ve ona biraz daha yaklaşıp kollarımı beline sardım. Mırıldanıp sırtını bana yasladı. Uyurken bir kediye benzediğini defalarca söylemiş olmalıyım.

Ensesini ve gözüken kadarıyla boynunu seyre dalmışken ayak sesleri dikkatimi çekti. Muhtemelen koridorda birileri yürüyordu. Bu koca tapınakta Kongzi denen yaşlı adam ve hasta karısı Meili'nin yalnız yaşaması tuhaf olurdu zaten.

"...biraz gecikti ama hazırladım."

"Çoktan uyumuş olmalılar, buna gerek yok Nannan."

Sessizlik uzayıp giderken kapının önünden ayrıldıklarına emin olup rahat bir nefes aldım. Sonra Jihoon elini uzatıp ensesini kaşıdı. Onu huylandırmış olmalıydım.

Keyifli bir halde burnumu ensesine sürttüm. Eli tekrar orayı bulduğunda olmayan tırnaklarıyla kaşıdı, kaşıdı ve kaşıdı. Ve ben de onunla uğraşmaya devam ettim. Sanırım uyanmasını istiyordum.

Bugün doğum günüydü —hatta geçmişti bile— fakat biz bu tapınağa gelmekten başka bir şey yapmamıştık. Saçlarını boyatacaktık.

Birden aklıma gelen fikirle sırıttım. Evet, beraber boyamak daha eğlenceli olurdu. Daha eğlenceli ve özel.

Düşünmekten yorgun düşmüş bir halde dudaklarımı ensesine dokundurup son kez sıkıca sardım kollarımı. Sabah uyandığımızda ya o, ya da ben yerde olacaktık. Bu barizdi ve artık bizim için sorun değildi.

•••

Kapı sesi beynimde yankılanıyorken rüyada mı, yoksa gerçek hayatta mı bir türlü kavrayamıyordum. Daha sonra kollarım arasında bir boşluk hissettim, devamında ise birkaç cümle işittim.

"Uyuyordunuz galiba; kahvaltı için bekliyoruz da, haber vermek için gelmiştim."

"Beş dakika sonra masada olacağız, seni yeniden görmek güzel Nannan."

Bundan ibaretti. Kapı kapanmıştı ve ben çoktan açılmış uykumla, kaşlarımı çatmış küçük yatakta oturuyordum.

"Uyandırıldığın için sinirlisin biliyorum ama kahvaltı—"

"Sinirli değilim." Değildim. Belki de öyleydim. Yeni uyanınca huysuz olurdum fakat merak ettiğim şey Jihoon'un ciddi olup olmadığıydı.

"Tamam o zaman, gidelim mi?" Tavrımı bir taraflarına takmayıp sorduğunda suratımı mimiksiz tutabilmek adına kendimi zorladım ve yataktan kalkıp Jihoon'un peşine takıldım.

Sabahın körüydü, üstelik börtü böcek dahil her şey ötüyordu. Hiç bana göre bir yer değildi burası. Jihoon'u da alıp çabucak gitmek istiyordum.

Büyük masaya yaklaştıkça Jihoon'un düz ifadesi de gittikçe yumuşayıp bana oldukça sinir bozucu gelen bir hale büründü. Farklı davranmasından nefret ediyordum. Gece boyunca onu sevmek istiyorken bugün gerçekten aşırı nefret ediyordum.

"Günaydın!" Genç ve tuhaf giyimli bir kızın yanına oturduğunda ben de onun karşısına geçtim. Tanrım, gıcırdayan dişlerimi duymuyor muydu o aptal?

Baş köşede oturan ve Jihoon'un amca diye seslendiği Kongzi —ona herhangi bir şey demek istemiyorum— bana döndü ve "Seni kızımla tanıştırmadım..." dedi. Sanki kendini bana tanıtmıştı da. Burası gittikçe midemi bulandırıyordu.

"Nannan." Gözümü kıza diktim. Nasıl baktığımı bilmiyordum ama gülümsemesi düşmüştü.

"Soonyoung da benim arkadaşım."

Saygısızlık yapmamak adına masa örtüsünü sıktım ve öylece oturdum. İştahım kaçmıştı ve Jihoon kesinlikle benim arkadaşım değildi. Tek istediğim bir an önce eve dönmek ve bunu ona iyice anlatmaktı.

Kahvaltı kahkaha dolu sohbetler ile geçmişti. Nannan denen kız aşırı çekingendi fakat Jihoon'la ilgilendiğini herkes fark edebilirdi. Buna gülüp geçmek istedim.

Siktir edin tamam mı, sadece siktir edin.

•••

Sessizlik sürüp gidiyorken dayanamadım ve "Onu görmek gerçekten de güzel miydi?" diye mırıldandım. Birkaç dakika yanıt vermediği için uyuduğunu sanmıştım ki "Nannan'ı mı?" diye sordu.

İçimden 'siktir, evet.' diye bağırsam da sadece olumlu manada mırıldandım. O da pencereden dışarıyı izliyorken "Aslında ondan nefret ediyorum." dedi. "Küçükken beni çamurlu göle itmişti. Ondan o zamandan beri nefret ediyorum."

"Yani onu sevmiyorsun?" Suratını buruşturdu fakat bana bakmadı ya da cevap vermedi. Hala dışarıdaydı gözleri.

Yataktan doğruldum ve sessizce sarıldım Jihoon'a. Ürkmüştü fakat suratı bunu belli etmiyordu. Sonra tıpkı dün gece olduğu gibi yavaşça ensesinden öptüm. Artık dışarıyı izlemiyordu, gözleri kapalıydı ve sırtını göğsüme yaslamıştı.

"Peki biz," Suratına baktım bir süre, daha sonra tek elim hala belindeyken diğerini tişörtünden içeri soktum, buz gibiydi. "...arkadaş mıyız?" Kısık sesim kulaklarına çarptığından beni duymamasına ihtimal yoktu. Yavaşça ısınan bedeninin tadını çıkarırcasına karnında gezdirdim parmaklarımı. Bir şeyler söylemesini beklemiyordum. Bu bir soru bile sayılmazdı. Onunla arkadaşlık kavramı sinir bozucuydu.

Ama o güldü ve "Ne olmamızı istersin?" diye sordu. Meydan okuyordu. Aldırmadım, bir sırıtış kapladı dudaklarımı.

Sessiz kalan taraf bendim fakat ona kesinlikle gürültülü geliyordum. Kalp atışları önce odanın duvarlarına, sonra kulaklarıma çarpıyordu. Ve ben dudaklarımı boynundan ayıramıyordum.

İsmimi söylerken titredi, Hoshi'yle birlikteyken de bu kadar hassas mıydı birden merak ettim ve dudaklarımı boynundan çekip onu kendime çevirdim. Pencere veya dışarı kimin umurundaydı?

"Bana bak," Bakışlarını yukarı, suratıma, kaldırdı ve "Ne var?" diye sordu. Ay arkada kaldığı için suratı karanlıktı. Onu görmek istiyordum.

"Seni dövmek istiyorum." derken kaşlarımı çattım. Suratı karanlık olduğu için pek seçememiştim fakat güldüğünü duyabiliyordum.

"Gülme," Kolunu sıktım ama hala gülüyordu. "Gerçekten, bunu yaparım." Ciddi olduğumu çoktan fark etmiş olmalıydı. Neden dalga geçiyordu?

"O zaman döv," derken dizlerinin üstünde biraz daha yaklaştı ve beni yastıklardan birine ittirdi.

"Şiddet seviyorsun yani?" Kuruyan boğazıma rağmen sordum. Artık gülmüyordu fakat dudakları kıvrılacak gibi duruyordu. Sırtımı yatak başlığına yasladığımda bunu bekliyormuş gibi başını kucağıma koyup bacaklarını topladı. Nasıl da kıvrılmıştı hemen.

"Aylar oluyor Soonyoung," Gözlerini aya dikmiş, sanki onu delmek istiyormuş gibi bakıyordu.

Olası bir ilişki konuşması için korksam da parmaklarımı dağınık saçlarında gezdirmeye başladım. Jihoon bu tür konuşmalar yapacak bir tip değildi ama birden ciddileşmesi germişti beni.

"Bayağı anı biriktirdik." Güldü.

"Hım,"

"Açık konuşmak gerekirse seninle olmak çok hoş." Gülmek istedim fakat içinde bulunduğumuz durum biraz garipti. Neden aklım Hoshi'deydi? Sikilesi vicdanım def olup gitse iyi olurdu, onlar birbirlerini sevmiyorlardı bile.

"Sen de hoşsun, bayağı." Utanmıyordu. Kızarmıyordu ya da kekelemiyordu. Bunlara ne gerek vardı, kalbi böyle atıyorken?

Elimi sakinleşmesi için tişörtünün üstünden kalbine koydum. "Biliyorum, öyle olmasa sana dokunamazdım." Sonra birden "Şu an bile seni öpmek istiyorum." dedim. Dilimi kesmek istiyordum. Neden yetinmiyordum, bu kadar açgözlü olmak...

"Bu öpüşmekten ya da başka şeylerden ibaret değil..." Tereddütlüydü ve yavaş yavaş, kelimelerini seçerek konuşuyordu.

"Ya da onlardan ibaret." Boş vermiş bir şekilde doğruldu ve kucağımda daha rahat bir pozisyon alıp beni öpmeye başladı.

Bir şeylerle savaşıyordu ve tüm şevkini kırmıştım. Zorlanıyordu, farkındaydım. Keşke göründüğüm gibi olsaydım ve cesaretimden bir parça da ona verseydim. Oysaki sikik bir korkaktan başkası değildim. Bu yüzden yaptığım tek şey ona karşılık vermek ve bundan keyif almaktı.

into you Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin