Gidecek gibi olmasına aldırmadım. Birlikte geçirdiğimiz onca zaman ya da anılar önemli değilmiş gibi davrandım.
"Bir şey sormayacak mısın?" Kafamı iki yana salladım. Boğazımda yutkunmamı zorlaştıran bir şey vardı ve kalbim heyacanımın aksine yavaşça atıyordu.
Açıklamak istediği yüzlerce şey, dökmesi gereken gözyaşları vardı. Bunları da önemsemedim.
"Mutsuz olma, güzel şeyler yaşa." Tüm samimiyetimi kattım harflerimin, kelimelerimin içine. Sonra, onu son kez öpmeme izin verir mi diye sormak istedim. Ama bu sonrası için zor olurdu. Onu unutmam gerekiyordu. Ve her unuttuğumda bugünü de hatırlamak bana acı verecekti.
"Seninle çok güzel şeyler yaşadım." Bu veda havası boğucuydu. Konuşmasın istiyordum daha fazla. Biraz daha dursa dökülecekti sanki akmayı bekleyen yaşları. Bunu görmek istemiyordum. Onu ağlarken ne görmüş, ne de duymuştum. Nasıl hissettirdiğini bilmesem de zaten ölecek gibiydim. Daha fazlasına gerek yoktu.
"Oyalanma artık, sinirim bozuluyor. Gitmeye karar verdin. Git hadi."
Elimi omzuna koyup hafifçe ittirdim onu. Ortada biz diye bir şey yokken bile bu kadar boktan hissetmem inanılır gibi değildi. Onu hala tanımıyordum. Biz sadece biraz dokunmuştuk, biraz anlamış ve biraz da sevmiştik belki. Ya da o sevmemişti.
İsmimi sevdiğini söylediğini hatırlıyorum.
"Eğer dönersem burada olacak mısın?" Birbirimizi sevmiyorduk.
"Bilmiyorum." Ama ihtiyaç duyuyor gibiydik.
O gittikten sonra evde, odamda ve yatağımda yapayalnız olacaktım. Yalnız uyanacak, yalnız uyuyacaktım. Gülümsemeyecektim. Yanaklarımı kurabiye hamuru gibiymişçesine seven ve onunla oynayan biri olmayacaktı. Ne olabilirdi ki? Hah, hiçbir şey. Eskisi gibi olacaktım. Kardeşimle bozuk olan aram yüzünden kendimi yiyip bitirecektim. Ben Hoshi gibi aşık değildim. Başka bir ülkeye depresyonumu yaşamaya gitmem anlamsız olurdu. Evimde olacaktım, eski hayatıma dönecektim.
Bir şeyler söylemek için dudaklarını araladığında ağlayacağımı fark ettim ve dış kapıyı açıp onu tekrar ittirdim. Gitmeye karar verdiyse gitmeliydi. Kalması yanlıştı.
Hem ağladığımı görmesini istemiyordum. En son ne zaman ağladığımı hatırlamıyordum bile, bu küçük düşürücüydü.
•••
Havalar gittikçe soğuyordu. Neredeyse sabah olacaktı fakat aklımda olan tek şey Jihoon'un ne yaptığıydı. Nereye gitti? İyi mi? Üşüyor mu? Niye gitti?
Yatağıma kıvrılmış düşünüyordum. İyi değildim ve akmasını istemediğim gözyaşları hala akıyordu ara ara kendini belli eden sessiz hıçkırıklarla. Kısacası çok üşüyordum.
Doğruldum ve pencereden dışarı bakmaya başladım. Sokaklar bomboştu. Hiçbir canlı yoktu bitkiler dışında. Başım dönüyordu.
Ani bir kararla telefonumu aldım ve numarayı çevirdim.
"Hiç iyi hissetmiyorum," Konuşmasına izin vermedim. Muhtemelen onu uyandırmıştım. Üçüncü çalışta açmasının başka nasıl bir sebebi olabilirdi ki? Ya da çoktan depresyonunu atlatmış, eski hayatına dönmüştü.
"Kalbime iğneler değil de..." Söyleyecek bir şey bulamayıp omuz silktim ve o an bir hıçkırık kaçtı dudaklarımdan. Bana ne olduğunu anlayamıyordum.
"Bilmiyorum, seni aramak istedim ve, ah, galiba uyuyakaldın. Neden ses vermiyorsun?" Titreyen alt dudağım harfleri birbirine katıyordu. Sanırım kardeşimin şefkatina ihtiyacım vardı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
into you
Hayran Kurgu"Mutsuz olma, güzel şeyler yaşa." Tüm samimiyetimi kattım harflerimin, kelimelerimin içine. Sonra, onu son kez öpmeme izin verir mi diye sormak istedim. Ama bu sonrası için zor olurdu. Onu unutmam gerekiyordu. Ve her unuttuğumda bugünü de hatırlamak...