Nazım Bey o sabah içinde acı bir hisle açmıştı gözlerini. Eşi Makbule hanımı kaybedeli daha beş gün olmuştu. Beş gündür ilk defa uyuduğunu hissetmişti. Koltukta uyuyakalmış ve her yeri tutulmuştu. Bir süre boş duvarı izledi. Eşinin hatıraları gitmiyordu gözünün önünden. Öylece saatler geçtiğini farketti. Bir anda kapı çaldı. Evin hizmetçisi Gülcan kapıyı açtı ve gelen Nazım'ın arkadaşı Hasan Beydi. Hasan Bey yine Nazım'ı öyle dalmış görünce çok üzüldü. Kendisi psikoloktu. Ama arkadaşının bu haline ne yapacağını o bile bilemiyordu.
"Gideceğim" dedi Nazım bir anda.
Hasan Bey hiç ses çıkarmadan yanına oturdu Nazım'ın.
"Babam annesiyle kavga ettiğinde daha altı yaşındaydım. Herşeyimizi topladık ve buraya geldik. Şimdi belkide geri dönme zamanı. Onun yokluğuna, anılarına, bu evdeki kokusuna dayanamıyorum."
"Kendini iyi hissedeceksen git tabiki de." dedi Hasan Bey.
Elini Nazım'ın omzuna koydu. Sonra da kalktı ve gitti. Biliyordu, Nazım vedalardan hoşlanmazdı.O gece geç vakitte Nazım Bey yanına bir kaç eşyasını alıp evden sessizce çıktı.
Yıllar önce babası ve babaannesinin bir tartışması yüzünden İstanbul'a gelmişlerdi. Çocukluğu, gençliği kısacası her şeyi burada geçmiş, hayatı burada öğrenmişti. Öğretmenlik Fakültesini kazanıpta üniversite okurken Makbule Hanımla tanışmıştı. O çok güzel ve zarif bir kadındı. Yalnız bir sorun vardı ki... Makbule Hanım ateistti. Allah'ın varlığına çocukluğundan beri hiç inanmamıştı. Babasının büyük serveti içerisinde şımarıkça yaşayıp gitmişti. Nazım'la tanıştıktan sonra daha da şımarık, gururlu, kendini beğenmiş bir kadın olup çıkmıştı. Çünkü Nazım Makbule'ye o kadar aşıktı ki adeta tapıyordu ona. Ve daha da kötüsü artık Nazım'da Allah'ı unutmuştu...Şimdi ise Makbule'nin acısına dayanamıyor, bütün servetini bırakıp gidiyordu. Gözünden bir damla bile yaş akmamıştı. Onun bu halini bilen Hasan Bey Nazım için çok endişeleniyordu.
Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte köyüne ayak basmıştı. Evinin yolunu hatırlamaya çalışırken ezan okundu. Duymazdan gelerek ilerledi Nazım. Fakat bir türlü toparlayamıyordu kafasını. Ezan sesi sinirlerini bozuyordu. Sonunda pes etti ve bir taşın üzerine oturup yine düşünmeye başladı. Yaklaşık bir saat sonra yanına bir adam geldi. Sabah güneşi doğmuştu.
"Selamün aleyküm. Misafir misin burada kardeş."
"Yok ben... Aslında babaannem burada oturuyordu."
"Siz Nazım Bey olabilir misiniz? Ben köy imamı Hüseyin."dedi ve elini uzattı. Nazım Bey'de elini uzatarak:
"Evet. Adımı nereden biliyorsunuz?"diye sordu.
Aslında çocukluk arkadaşı Hüseyin Beyi bir yerlerden hatırlıyor gibiydi. Fakat bir türlü çıkaramamıştı. Hüseyin Bey durumu anlattıktan sonra sıra Nazım'ın hikayesine gelmişti.
"Uzun hikaye Hüseyin. Sen beni babaanneme götürsene."dedi.
Evde kimse yoktu. Babaannesi öleli yıllar geçmişti. Hüseyin Bey, Nazım'ı misafir etmek istedi fakat Nazım bir süre dinlenmek istediğini söyleyip eve girdi. Ev çok fazla rutubet kokuyordu. Fakat Nazım buna aldırmadan valizini köşeye bırakıp koltuğa oturdu. Camdan sızan ince sabah güneşine bakarak düşünmeye başladı...Bütün servetini bırakıp gelmişti köye. Kimsesi yoktu fakat köyünün insanları çok cana yakın ve misafirperver kişilerdi. Başı ağrımaya başlamıştı rutubet kokusundan. Camı açmak için ayağa kalktı. Oturduğu sedirle cam arasında bir metreden çok az bir mesefa vardı. Çocukluğunda camın önünde bulunan sedir ise hala orada duruyordu. Babaannesi orada ona dualar öğretir ve kuran okurdu. Bir anda içine yine bir huzursuzluk doldu. "Beynimi neyle yıkamışsın babaanne" dedi kendi kendine. Onun için çok saçmaydı bir çocuğa daha küçük yaşta bunları ögretmeye çalışmak. Hem ne gerek vardı ki. Kuran okumadan da yaşayabiliyordu. Bunca sene yaşamıştı ne de olsa.
Camı açtığında sabahın serin ve taze havası evin her köşesini ferahlatmaya başlamıştı. Koyun sesleri, köpeklerin havlaması, hatta kuşların ötmesi bile ona o kadar yabancı geliyordu ki. Daha 33 yaşındaydı. Fakat kendini o kadar yaşlı hissediyordu ki sığınacak bir liman arıyordu bu fırtınalı günlerde. Altı yaşında terketmek zorunda kaldığı köyü yirmi yedi yıl sonra ona yeniden kucak açmıştı. Pencereden baktığında Hüseyin ile top oynadıkları sokaklar, taş sektirdikleri göl, hatta karanlığından korkmayıp arada sırada hocanın dersinden kaçarak şerefesine çıktıkları minare bile gözüküyordu.
Duraksamıştı yine. Çok takmıştı kafasını bu cami, ezan, kuran kavramlarına. Sedire oturdu ve kafasını geriye doğru yasladı. O kadar uykusu gelmişti ki gözleri yavaş yavaş kapandı.
Bir anda kapıya birinin vurmasıyla uyandı. Gözlerini açtığında güneş batmaya başlamıştı. Tam yerinden doğrulacaktı ki belinin tutulduğunu hissetti. Alışkın değildi tabi yıllardır ne köy havasına ne de böyle yerlerde oturmaya. Üstüne birde öylece uyumuştu. Yavaş yavaş kalktı yerinden. Sanki kırkını devirmiş koca bir çınar gibi ağır ve yorgun indi merdivenlerden. Kapıyı açtığında karşısında Hüseyin'i gördü.
"Selamın aleyküm Nazım."dedi Hüseyin.
"A..Aleyküm selam Hüseyin." dedi Nazım biraz duraksayarakta olsa.
"Hanım yemek yaptı. Sen de daha yeni geldin. Evde bir şeyler yoktur şimdi. Bu akşam bize davetlisin arkadaşım."dedi Hüseyin güler bir yüzle.
Nazım iki gündür bir şey yemediğini farketmişti o anda. Yine yemek istemiyordu ama çoçukluk arkadaşını hatta kardeşi gibi gördüğü adamı da kırmak istemiyordu. İstemli bir havayla olmasada biraz yorgun bir şekilde kabul etti daveti. Çok vakit kaybetmeden Hüseyinlere doğru yol aldılar.Eve geldiklerinde kapıyı Hüseyin'in sekiz yaşında ki oğlu İdris açtı. "Hoşgeldiniz babacım" dedi gülerek. Biraz yaramazdı ama çokta sevecen bir çocuktu İdris. Nazım İdris'in başını okşayarak girdi kapıdan içeriye. Ne de olsa öğretmendi ve çocuklara karşı hep böyle sevecen olmuştu.
Merdivenlerden yukarı çıktılar ve kurulu olan sofraya oturmasını rica etti Hüseyin Nazımdan. Evde herkesin birbirine çok saygılı biçimde davranış göstermesi Nazım'ın dikkatini çekmişti. Hele de Hüseyin ve eşi birbirlerine çok sevecen ve saygılıydılar. O ise genelde Makbule'nin sinirli ve gururlu hallerinden başka bir şey yaşamıyordu evde.
Yemeklerini yedikten sonra sedirin üzerine oturdular Hüseyinle. Hüseyinin eşi Esma hanım kahve ikram etti. Kahvelerini içerlerken Esma hanımın ve İdris'in kollarına girmiş, başında beyaz baş örtüsü olan bir kadın girdi içeriye. Esma ve İdris onu köşedeki sedire oturttular. Nazım bu hanımı görünce biraz şaşırmış ve içine de bir heyecan dolmuştu. Makbule'ye çok benziyor gibiydi sanki. Nazım gözlerini ondan alamıyordu. İçten içe de kızıyordu kendine. Sanki Makbuleye ihanet ediyormuş gibi gelse de bakmaya devam etti. Kadının Nazıma hiç bakmıyor olması, sadece karşısında ki duvarı boş gözlerle izlemesi Nazım'ı biraz rahatsız etmişti.Nazım'ın kadına rahatsız olmuş tavırlarla baktığını gören Hüseyin lafa girdi: "Emine eşimin kız kardeşidir. İki yıl öncesine kadar annesinin yanında kalıyordu fakat kayınvalidem rahmetli olunca Emine'ye bakacak kimse kalmadığı için bizim yanımıza taşındı."
"Bakıma muhtaç durmuyor aslında."dedi Nazım.
Hüseyin biraz kısık sesle "Kendisi göremiyor."dedi.
"Göremiyor mu?!!"diye bağırdı bir anda şaşkınlığını gizleyemeyen Nazım.
Kadın sesin geldiği tarafa baktığında Nazım çok utandı. Hiç bu kadar şaşırmazdı böyle durumlara fakat şuan kendisi bile anlayamamıştı neden böyle tepki verdiğini.
"Evet. Çocukluğunda bir kaza sonucu gözlerini yitirmiş."dedi Hüseyin ve ekledi: "Nazım namaz vakti yaklaşıyor hadi camiye gidelim."
Nazım biraz duraksadıktan sonra:"Ben namaz kılmam."dedi. Hüseyin çok şaşırmıştı bu duruma. Çocukken Nazımla hiç imamın arkasındaki saftan ayrılmazlardı. Şimdi nasıl namaz kılmazdı.
"Ben eve gideyim artık Hüseyin. Çok teşekkür ederim her şey için. Ellerinize sağlık Esma hanım."
"Ne demek yine beklerim Nazım. Bundan sonra evin sayılırız. Bir ihtiyacın olursa çekinmeden gelebilirsin."dedi Hüseyin.Eve girdiğinde Hüseyin minareden ezan okuyordu. Sesi çok hoş gelmişti o an Nazıma. Loş odanın içinde bulduğu bir kibritle feneri yaktı ve odanın ortasında bulunan tahta masaya oturdu. Ailecek yedikleri yemekler geçti bi an aklından. Geceleri fenerin ışığında oturup ettikleri sohbetler, babaannesinin anlattığı dini hikayeler geldi aklına.
Fakat aklından bir türlü çıkmayan tek şey Makbule olmuştu. Ve bu gün Hüseyinlerde gördüğü Emine... Derin bir iç çektikten sonra sandalyenin yanına bıraktığı çantasından hiç kullanmadığı günlüğünü ve dolma kalemini çıkardı. Titreyen elleriyle o günün tarihini attı.28 Temmuz 1985-Pazar
ŞİMDİ OKUDUĞUN
GÖZLERİ'M
RomantizmBir ölüm. İnkar ve İMAN. Bir insanın nasıl gözleri olabilirsiniz? Bir günlük sizi nasıl bir maceraya sürükleyebilir? Ve hayatınız. Aşkınız. İki çift gözde nasıl can bulur?.. "Eylül rüzgarları eserken geldin hayatıma. Nisan yağmurlarında çıkıp gid...