elimi uyuşturan şişeleri şapkamın içine koyarak tutmaya başladığımda bunu neden daha önce akıl etmediğimi düşünüyordum. kafeteryada nasıl poşet olmazdı?
depoların ve bazı öğrencilerin çalışması için yaptıkları pratik odalarının olduğu kata kadar indiğimde zaten nefes nefeseydim. soonyoung cehennem derken bunu kastediyor olmalıydı.
en azından kendimi beşinci odada bulana kadar böyle düşünüyordum.
"hasta olacaksın." sırılsıklam olan tişörtünden ve şortundan alamadığım gözlerimi suratına çevirdim. ıslak saçları alnına yapışmıştı. terli terli soğuk havaya çıkacaktı ve cidden hasta olacaktı.
"ee, cehennem gibiymiş değil mi?" hızlı nefes alış verişleri ve görüntüsü beni tereddüte düşürürken yaklaşıp su şişelerini ona verdim.
"çok soğuklar." beni dinlemeyip bir dikişte içti ilk şişeyi. aşırı yorulmuş görünüyordu. kalbinin hızlı atışı buradan bile duyuluyordu. elimi oraya koyup sakin olmasını söylemek gibi büyük bir istek oluştu içimde.
bunun yerine "burada ne yapıyorsun?" diye sordum odayı incelemeye geçmişken. cevap vermedi, hala su içtiğini düşünüyordum ama onu bana bakarken yakaladım. güldü.
"sence?"
"dans ediyorsun?"
"çok zekisin!" kaşlarımı çattım.
"benimle dalga geçmeyi kes." gözlerimi devirdiğimde yaklaşık on beş dakika önce konuştuklarımız geldi aklıma, dudağımı ısırdım.
"bak seni nasıl da tanıyorum." dedikten sonra sırtını duvara yaslayıp yere oturdu. ben de yanına yaklaşıp mesafe bırakmaya özen göstererek aynı şekilde oturdum.
kısa bir sessizlikten sonra "seninle dalga geçmiyorum." dedi. sesi kısık diyebileceğim kadar az çıkmıştı. çenemi dizlerime yaslayıp kafamı yana yatırdım ve onu izlemeye başladım.
birkaç şey itiraf etmem lazım. homo olduğumu düşünüyorum. kızlarla ilgilenmek zor, daha çok ilgilenilen taraf olmak istediğimi fark ettim. ve bu beni utandırıyor ama soonyoung'dan sonra buna emin oldum.
benden nefret ettiğini düşündüğüm zamanlarda ondan nefret ediyordum. yani, öyle sanıyordum. ama o zamanlar, tam olarak ondan hoşlanmaya başladığım zamanların başıydı.
benimle oynuyor, dalga geçiyor fakat küçük bir ilgisiyle bile kendimi ona çekilirken buluyorum. bu yüzden kendimi kontrol etmem çok zor. ilgilenmiyormuş ya da etkilenmiyormuş gibi davranmam da...
"bana öyle bakma," dedi burnuma dokunup. sonra gözlerimi kırpıştırdım. gülüyordu.
gözlerimi devirdim tekrar. evet, sanırım bu tek kaçış yolumdu. neden böylesine pislik, kötü karakterli biri bu kadar... etkileyiciydi?
"sen o kadar derin bakmayı nereden öğrendin?" dedi bu sefer. hala dalga geçmesi sinir bozucuydu.
sırtımı duvardan ayırıp ayağa kalktım. çok hassas ya da duygusal sayılmazdım ama şu an ağlayabilecek gibi hissediyordum. ama kolumu tutup gitmeme engel oldu ve beni kendine doğru çekip tekrar oturmamı sağladı. ona cehennem kadar yakın olduğum bir mesafede, o ıslakken, gözlerim de ıslanacakken...
gevrek gevrek gülmek yerine daha ciddi bakıyordu. sanki içimi, ona asla söyleyemeyeceğim şeyleri biliyormuş gibi.
kafasını yana yatırıp öyle bakmaya başladı. az önceki halim gibiydi. yakınlığımız nefes almamı zaten zorlaştırıyorken onun kadar olmasa da terlemiştim. bunaldığımı anlamış olmalı, akıl edemediğim bir şey yapıp montuma uzattı ellerini ve onu üzerimden çıkardı. gözlerimi kaçırmak zorundaymış gibi hissettim. dikkatim dağılmıştı ve akmak için bekleyen gözyaşlarım gerisingeri kaçıyorlardı. bunun yerine yanaklarım bir tepki verdi, ısındılar.
"aslında jihoon," çenemden tutup kafamı tekrar kendine çevirdi. nazikti. tamam, öyle korkusuzca, dik dik gözlerine bakamazdım bu halde. bu çok fazlaydı.
"güzel, ne güzelsin." dediğinde aralık kalan dudaklarında asılı kaldı gözlerim. nefes almak istedim ama sanki boğazımda öylece kalmıştı tüm hislerim. kalbimin gümbürtüsü sanki birden odada yankılanmaya başladı.
"çirkin olduğumu söylüyordun." dedim kısık, benim bile zor duyduğum bir sesle ama o duyduğunu "yalan söylüyordum." diyerek gösterdi.
"bana inandın mı?" gözlerim dolarken kafamı aşağı yukarı salladım. "berbat ettim galiba..." dedi hemen sonra. dudaklarını yalayıp odada gezdirdi gözlerini. tereddütlü bir hali vardı. sonra tekrar beni buldu gözleri, şimdi o tereddütten eser yoktu. yaklaşıp, mesafeyi en aza indirip, suratımın her köşesini inceledi. "şimdi bana izin ver." dedi kafamı eğmek için yanıp tutuşuyorken. bunu anlamış olmalı, çenemi tuttu yeniden nazikçe ve dudağı benimkilere deydi. tereddüt ve endişe kırıntıları tekrar gözlerine yerleşiyorken çenemdeki elini tutup çektim.
"benimle oynamayı kes!" öfkeyle dolup taştım. bu sefer sinirden doluyordu gözlerim ve bir yaş, soğuk bir yaş, aktı gitti.
şaşkın suratının ortasına bir tane geçirmek istesem de kendimi ondan kurtarıp ayağa kalktım ve odadan çıktım. aklım karmakarışık olmuşken sadece koşuyordum.
evet, jihoon. ondan uzak dur. lisa haklı. helen haklı. hepsi haklı, hakettiğin bir şey yok. lanet hiçbir şey yok.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ugly
Fanfictionona normalden daha uzun baktığımı fark ettiğim an çok geçti, çünkü bana dönmüş, bakışlarıma karşılık veriyorken hemen karşımızda oturan annesini unutabilir ve yumuşatıcı kokusunun çoktan burnumu istila ettiği o kazağına gömebilirdim suratımı. eriyor...