sanırım tüm insanlarda var biraz aptallık. ben o aptallıktan nasibimi çok iyi almışım. en başından beri bile bile ona kendimi kaptırdığım için tam bir aptalım. kız arkadaşı bile vardı, kız arkadaşları! bir erkekten —özellikle de benim gibi bir erkekten— hoşlanabileceğini nasıl düşündüm ki? beni kırıp parçalamasına rağmen.
içimden bir ses çıkıp, o zaten senden hoşlanmıyordu, dedi. sonra ekledi, bunu biliyordun.
evet biliyordum. ah, sanırım beni öpmesini beklemiyordum. derinde bir yerler bunun etkisiyle çıldırıyor fakat yapmaya çalıştığı ve yaptıkları, her şeyi mahvediyor. keşke, diyorum. bu kadar pislik biri olmasa. ya da en başından hiç mesaj atmasaydı bana. uğraşmasaydı benimle. ilgileniyormuş gibi yapıp alay etmeseydi. değerliymişim gibi hissettirmeseydi. öyle olmadığımı bilmeme rağmen öyleymişim gibi hissetmem de ironik zaten. beni yerle bir etti.
drama kraliçesi halimi sıcak çikolata içerek bastırmaya çalışıyorken karlı ve soğuk havada peşimden gelip sarfettiği sözlerin yanı sıra suratıma çarpan nefesi geldi aklıma. sıcak çikolata kokuyordu. o zamandan beri yaklaşık her öğün içtiğim sıcak çikolata artık midemi bulandırıyordu.
kupadaki çikolatayı döküp iki bardak su içtim. sonra, ben boş boş mutfak penceresinin önündeki bitkileri izliyorken kapı çaldı. soonyoung olma ihtimali midemi düğüm düğüm ediyorken ona karşı ördüğüm duvarın saniyeler içinde yıkıldığını fark ettim. biri, neden insanlıktan nasibini alamamış birini severdi ki? bu düpedüz mazoşistlikti.
suratımı ovuşturup kapıya gittim, soonyoung değildi.
"hava çok soğuk, içeri girebilir miyim?" üzerimden atamadığım şaşkınlıkla bir adım çekilip içeri girmesine izin verdim. ismini hala bilmediğim ve 'lisa'nın kız arkadaşı' diye bahsettiğim kız içeri girdi ve "ismim jisoo," dedi. "sen de jihoon'sun. biraz konuşalım, tamam mı?" uysal biri gibi göründüğü için kafamı olumlu anlamda sallayıp oturma odasına doğru yürümeye başladım. sakince arkamdan geliyorken binbir şey geçiyordu aklımdan. onu lisa mı göndermişti? belki de soonyoung... tamam, saçmalamayı kesiyorum.
"seninle bir sorunum yok jihoon, hatta tüm bu saçmalıklar olmasa iyi arkadaşlar bile olabilirdik." gülümsediğinde yanağında çıkan şeye hayran kaldım. arkadaşa sahip olduğum son sefer ilkokuldaydım. bir kıza silgimi vermiştim ve arkadaş olmuştuk. kızlar konusunda biraz saftım açıkçası. ortaokulda onlardan dayak yediğimi hatırlıyorum.
bunu bilmenize gerek yoktu. neyse.
"hangi saçmalıklardan bahsediyorsun?" diye sordum. gözlerini devirip sesli bir nefes bıraktı dışarı.
"tamam o zaman şapşal, baştan başlıyorum. beni iyi dinle tamam mı?" yavaşça onayladım.
"helen —aslında ismi jennie— hoshi'nin arkadaşı. eskiden çıkmışlardı ama hosh– pardon soonyoung'dan bahsediyorum, bir dakika– ah!" saçlarını çekiştirip ofladı. tüm bunları tuhaf bir kibarlık eşliğinde yapıyordu. onu sakinleştiremeyecek kadar afallamıştım.
"söz konusu olan bir arkadaş grubu var, içinde benim de olduğum. helen, yani jennie, lalisa —lisa'yı biliyorsun— hoshi, yani soonyoung ve chaeyoung'un olduğu."
"neden herkesin birden fazla adı var?" diye sorduğumda omuz silkti. "iş olsun."
"buraya kadar anladın mı?" kafamı olumlu anlamda salladım. nedense içimde kötü bir his vardı. büyük oltaya gelmiş hissediyordum. bu hikayenin de saf, masum çocuğu olacaksam bileklerimi keserdim. hem de dikey.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ugly
Fanfictionona normalden daha uzun baktığımı fark ettiğim an çok geçti, çünkü bana dönmüş, bakışlarıma karşılık veriyorken hemen karşımızda oturan annesini unutabilir ve yumuşatıcı kokusunun çoktan burnumu istila ettiği o kazağına gömebilirdim suratımı. eriyor...