O akşam nihayet Kadıköy'ün arka sokaklarındaki minik çatı katı daireme girmeyi başardığımda bütün vücudum zangır zangır titriyordu. Önce kapının tüm kilitlerini üst üste kilitledim. Sonra hemen banyoya koştum, küçük elektrikli şofbenimi yaktım ve kıyafetlerimi parçalar gibi çıkarıp kendimi sıcak suyun altına attım. Sular yüzümden vücuduma doğru inerken öylece durdum...
Tanrım, ne acayip bir akşam olmuştu! Bundan yalnızca yarım saat önce ölümle burun buruna geldiğim aklıma gelince bir defa daha tepeden tırnağa ürperdim: Hayatla ölüm arasındaki çizgi gerçekten çok inceydi. Hiçbirimizin başına gelmeden kavrayamayacağı incelikte hem de...
Vapurdaki çekik gözlü çocuk beni son anda kolumdan yakalamasaydı, şu anda ciğerlerine su dolmuş ve dev bir vapur tarafından iskeleye sıkıştırılmak suretiyle ezilmiş bir ceset olacaktım!
Bütün vücudumu bir titreme aldı. Sıcak suyun altında dikildiğim halde üşümüş gibi kendi bedenime sarındım. O çekik gözlü çocuğa çok şey borçluydum.
Ama vapurdan indiğimiz zaman yaşadıklarımızı düşününce, o çocuğu elime geçirip paralamamak için kendimi zor tutuyordum!
Bana sıkıca sarılıp kulağıma hangi dilde olduğunu bile anlamadığım lafları ettiği sırada olayın şokundaydım. Zaten o sırada diğer yolculardan doktor olduğunu öğreneceğimiz bir hanımla bir bey hemen yanımıza gelip bizi ayağa kaldırmış, vapurdan indirip iyi olduğumuza emin olana dek başımızdan ayrılmamışlardı. İskele görevlileri yaşadığımız korkuyu atlatmamız için ikimize de su vermiş, biraz dinlenmemizi öğütlemişlerdi. Doktor hanım:
"Ay yazık, bu çocukcağız turist bir de," dedi acıyan bir sesle. "Ne olduğunu bile anlayamadı, şoka girdi yavrucak..."
Başımı kaldırıp kurtarıcıma baktım. Gözlerini bile kırpmadan bana baktığını görünce içim bir tuhaf oldu. Üstelik yüzünde yine o tuhaf anlam vardı: Hem çok mutlu, hem çok şaşkın o ifade... Doktor bey ise çocuğun önünde diz çökmüş, elini onun gözlerinin önünde sallayıp dikkatini kendisine çekmeye çabalıyordu:
"Hello? Hello? Do you speak English?"
Çocuk nihayet gözlerini benden ayırıp adama çevirdi. Tereddütlü bir biçimde başını salladı. Adam:
"What is your name?" diye sordu. Çocuk çekingen bir biçimde:
"Song Jung Ho," diye cevapladı. Doktor bu defa: "How are you feeling? Are you OK?" diye sorunca genç çocuk yine hafifçe kafasını salladı. Bu sırada gözleri yine benden tarafa dönmüştü. Kaşlarımı çattım, ona "senin derdin ne??" der gibi baktım ve başımı çevirdim. Doktor bey:
"Tamam, genç misafirimiz de gayet iyi görünüyor," deyip ayağa kalktı. Doktor hanımsa şefkatli bir biçimde bana dönmüştü:
"Peki sen nasılsın? Bundan sonrasını kendi başına halledebilecek misin canım?"
Mahcupça gülümsedim ve başımı salladım: "Evet... Şey, çok teşekkür ederim..."
"Ne demek? Geçmiş olsun," dedi doktor hanım, ve doktor beyle birlikte bize son bir kez gülümseyip yürümeye başladılar.
Şimdi genç çocukla baş başa kalmıştık. Çocuğa döndüm, İngilizce:
"Beni kurtardığın için teşekkür ederim," dedim. "Ama şimdi gitmem gerekiyor."
Ve ayağa kalktım. Tam bir adım atmıştım ki kolumdan yakaladı.
Şaşkınlık ve korkuyla ona döndüm: "Ne yapıyorsun??"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ay'a Bakmak İster misin?
ChickLitÜniversiteli bir genç kız olduğunuzu düşünün: Sıradan, sıkıcı bir hayatınız; çatlak bir en iyi arkadaşınız, ve okulun en popüler çocuklarından birine karşı platonik aşkınız var. Ve bu hayat uzaklardan, bambaşka bir ülkeden gelen bir çocuk yüzünden a...