7. Bölüm

134 6 8
                                    


Eve kadar nasıl geldim bilmiyorum... Kapıyı açıp evin karanlığına külçe gibi kendimi bırakıverdim. Odama gidecek kadar bile gücüm kalmamıştı.

Kapının arkasına yığılır gibi oturdum, dizlerimi çekip iyice büzüldüm. Küçük, ufacık kalmak istercesine, dünya üzerinden yok olmak istercesine kendi üstüme kapandım. Ve başımı kucağıma gömüp yeniden ağlamaya başladım.

"Ne biçim bir oyun bu?"

Erdem'in öfkeli sözcükleri beynimin içinde çınlıyordu. Böyle demişti bana. Şimdi ben de isyanla haykırmak istiyordum: Evet, ne biçim bir oyun bu?! Erdem, sen ne yapmak istiyorsun?! Dengemi bozup beni mahvetmek mi?? O halde tebrikler, gayet iyi başardın!

Anlamıyordum, bir türlü anlamıyordum. Ne olmuştu? İki saniye içinde ne olmuş olabilirdi?! Beni sinemaya davet eden, bana gülümseyerek bakan o çocuk, bir anda nasıl olmuş da bölüm sonu canavarına dönüşmüştü?! Yoksa bütün bunlar en başından beri bir planın parçası mıydı? Beni delirtmek üzerine kurulu bir planın...

Gözyaşlarım seller gibi boşandıkça içimde kızıl kor gibi bir öfkenin alevlendiğini hissediyordum. Hınçla yumruklarımı sıktım: Pislik! Pislik bee! Gerizekalı! Eşşoğlueşşek!

Ama ben bunu onun yanına bırakır mıyım? Bırakır mıyım, ha? Öfkeyle yeri tekmeledim. Hemen yarın Japon kulübünden istifa edecektim! Bir daha şeytan görsün yüzünü!

Off... Bir dediğim diğer dediğimi tutmuyor, değil mi... Bir yandan intikam derdindeyken bir yandan da onu bir daha asla görmeme planları yapıyorum...

Ben böyle dengesizliğin doruğunda, depresyonun dibinden intikam melekliğine transit geçişler halindeyken sırtımı dayadığım kapımın tıklatıldığını fark ettim. Artık iyi tanıdığım o ses, incitmekten ve kızdırmaktan korkar gibi:

"Gökçe?" dedi dışarıdan. "Geldin mi?"

Ve iki tık tık daha. İçimi çektim, hah, bir sen eksiktin. Yine de güç bela da olsa yerimden doğruldum, kapıyı açtım. Karşımdaki çocuğun yüzüne küstahça diktim gözlerimi: Al işte! O çok aradığın kızın paçavraya dönmüş halini gör!

Jung Ho rimelleri akmış yüzüme endişeyle bakakalmıştı. Onun bir şey sormasına kalmadan:

"İyi değilim," dedim. "Hatta çok kötüyüm. Ama ne olur, bana ne oldu diye sorma. Yoksa hıncımı senden çıkarabilirim. Gerçekten çok kötüyüm çünkü!"

Jung Ho beni ciddiyetle dinledi, anladım der gibi yavaşça başını salladı. Ardından bir an arkasını döndü, gidecek zannettim. Ama hemen sonra aklına daha iyi bir fikir gelmiş gibi tekrar bana baktı:

"Bende soju var," dedi. "İçmek ister misin?"

Soju ne bilmiyordum ama içki olmalıydı. Ben içki içmem.

Ama bu defalık "hayatının kazığını yemiş olmak" kontenjanından kendime bir istisna yapabilirim.

"Sen şişeyi getir, bende bardak var," dedim.

Sojunun tadı bence iğrençti. Evet, iğrençti. Ama küçük bardaklarda shot yaptıktan sonra vücuda yayılan uyuşukluk hissi var ya, hah işte o iyiydi. Bardakları ardı ardına devirdikçe vücudum da beynim de uyuşuyor, az öncenin tüm o güçlü duyguları sis perdelerinin ardında görünmez oluyordu. Şimdi nefret de, acı da, öfke de geride kalmıştı. Sadece müthiş bir konuşma, anlatma isteği gelmişti bünyeme. Yarı Türkçe yarı İngilizce, Allah ne verdiyse konuşuyor konuşuyordum:

Ay'a Bakmak İster misin?Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin