Min Yoongi o gün, bir şeyleri kabul etmenin verdiği o huzuru hissetti kirpiklerinde, parmak uçlarında; bir hissin kendisini bu kadar sarhoş edeceğini bilemezdi ki, yüzünde asılı kalmış tebessümleri fark edememişti henüz.
O sarhoşlukla, savsak adımlarla ilerliyordu zihnindeki gözleri buğulu çocuk; tamamen erimiş karlar üzerinde, artık hepsini ayrıntılarıyla hatırladığı anıların üzerinde yürüyordu ve üzerine ilkbahar kokusu sinmişti çocuğun, gülümsemelerini kıskandı kiraz çiçekleri. Üzerine dökülen çiçekler yavaşça saçlarına kondu, her konan çiçekte bir anısını daha hatırladı Min Yoongi; Park Jimin'in kolları arasına nasıl da yakıştığını hatırladı, kendisine her bakışında gözlerinin nasıl da parladığını, dudaklarından dökülen isminin kalbini nasıl da yaraladığını hatırladı ve baş edemedi bu hisle Min Yoongi. Park Jimin'i sevmek ağırdı da, Park Jimin tarafından sevildiğini bilmek daha da ağırdı, bunu hak edecek ne yaptığını bile bilmiyordu Min Yoongi.
Sarhoştu, yüzünde asılı kalmış tebessümleri vardı ve dudaklarına ise Park Jimin'in kokusu sinmişti, bundan daha fazlasını istemedi Min Yoongi.
Trenin çamaşırhanesindeydi şimdi dört genç, Min Yoongi artık şaşırmıyordu çünkü daha bilmediği nice odalara sahipti bu büyülü tren. Park Jimin çamaşır makinelerinin karşısındaki masanın üzerine bağdaş kurarak oturmuştu, Min Yoongi ise makinelerin yanındaki sandalyeye, Kim Taehyung'un yanına yerleşmişti. Ayakta dikilen Jeon Jungkook çamaşırların bitmesini beklerken hyunglarına bir şeyler anlatıyor, sorular soruyor ve onları güldürmeye çalışıyordu.
O gün nedensizce huzursuzdu Jeon Jungkook, aralarında en uzun süredir trende olan O idi ve hyungları dışında başka bir ailesi de yoktu; onları unutacak ve tekrar göremeyecek olma fikri aklına geldikçe bir türlü tadamıyordu eksiksiz mutluluğu. Bundandı belki de trenden hâlâ inmeyişi, hyunglarının her birinin mutluluğu için çabalarken, kendisini ihmal edişi.
Ama sorun da etmiyordu Jungkook, değer verdiği bu güzel insanlar kendisinden daha önemliydi zira, onların mutlu olması yeter de artardı kendisi için. Bu yüzden kendine bir söz vermişti onları tanıdığı gün; onların asla üzülmesine izin vermeyecek, solan gülümsemelerinin yerine ne yapıp edip yeni tohumlar ekecekti. Düşüncesi bile ne kadar heyecan veriyordu yahu, Park Jimin'in 'kurabiye hırsızı' diye adlandırdığı çocuk aslında bir hırsız değildi de, bir kahramandı, nasıl da sevindiriyordu bu düşünce kendisini. Yüzünde hafif bir tebessüm ile dönen makineyi izlediğinin farkında bile değildi o an.
"Hoseok hyung nerede?" diye sordu Park Jimin, nedensizce sessiz konuştuğu için boğuk çıkmıştı kelimeler. Taehyung omuz silkip bakışlarını Jimin'in ardında kalan duvardaki tablolara çevirdi.
"İşi vardı O'nun," dedi, sesi dalgın geliyordu. "Ortak salonda."
Park Jimin başını anladığını belirtircesine salladı, ardından küçük yumruğuna yasladı başını, bakışları Jungkook'un üzerine dalıp gitmişti. Min Yoongi'nin kendisine baktığını biliyordu, kendisine baktığını hissediyordu; zira kalbinin bu kadar hızlı atmasını sağlayabilecek tek nedendi Min Yoongi'nin en ufak bir bakışı. Lâkin O'na dönmeye utanıyordu, Min Yoongi O'nu öpmüştü yahu; kirpiklerini okşamış, parmak uçlarını sarmış, kendisini defalarca ne kadar sevdiğini sayıklamıştı. Bu o kadar inanılmaz geliyordu ki Park Jimin'e, bazen bir rüyada olduğunu inandırıyordu kendisini, aslında hiçbir şeyin gerçek olmadığını fısıldayıp duruyordu kendisine. Lâkin daha buna inanamadan Min Yoongi geliyor, saçlarına bir öpücük kondurup gülümsüyordu kendisine, Park Jimin neye inanacağını şaşırıveriyordu. Bırakmıştı artık tüm düşüncelerinin akışını Min Yoongi'ye, tıpkı hislerini bıraktığı gibi; Min Yoongi tarafından yönetilmek heyecanlandırıyordu kendisini.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
tokyo-petersburg treni, yoonmin
FanfictionKendimi gerçekte var olmayan bir trenin içinde bulduğumda, saat altıyı beş geçiyordu. 17/02/2017 ~ 26/04/2017