En güzel Min Yoongi bilirdi unutmanın verdiği o tarifsiz acıyı; derlerdi ya unutulmak kadar acısı yok diye, Min Yoongi en hüzünlü bir şekilde gösterebilirdi unutmanın bıraktığı o derin yarayı.
Bir insanı, bıraktığı can acısına kadar sevmiş olmaktı Min Yoongi'yi üzen; canı yanacaksa bile sevdiği adam yüzünden olsun diye, can acısı yapmaktı sevdiği adamı. Yaraları kanarken bile 'Park Jimin' diye ağlamaktı O'nu üzen, lâkin şimdi de kanıyordu yaraları fakat süzülen kanlar o kadar soğuk geldi ki, Min Yoongi o saniye anladı hiçbir şeyin daha fazla üzemeyeceğini O'nu yabancılık hissinden başka.
Min Yoongi gösterebilirdi sadece işte, unutmanın bıraktığı derin yaraları sadece gösterebilirdi çünkü anlatamazdı; çünkü yorgundu ruhu, kelimeleri dudaklarına taşısa düşürmeye mecali kalmaz, yaralardı kelimeler dudaklarını. Lâkin bilmiyordu ki Min Yoongi, dudaklarındaki yaraları saracak parmaklar her zaman vardı, her zaman var olacaktı da. Bilmiyordu işte, canı acıyordu O'nun, unutulmuş olmak istedi de bir daha o acıyı tatmak istemedi Min Yoongi.
İlk defa unutmuş olan biri, unutulmuş olmak istedi; istasyona hüzünlü bir giriş yapmış olan tren acı acı çalıyordu şimdi düdüğünü, utanıyordu zalim kaderinden.
Kapılar hafif bir tıslamayla, yavaşça iki yana kayarak açılırken parmakları titredi Min Yoongi'nin; sanki zihnine ağır gelen düşünceler bir bir düşüyordu parmaklarından, karşı koyamadı bu hisse. Jimin elindeki kahve kupasını yere bırakıp gülümseyerek adımladı karamsar Londra istasyonuna, öfkeli bir hüzün taşıyan yağmur damlaları Park Jimin'in kirpiklerine, dudaklarına ve yanaklarına çarpsa da, gülümsüyordu Jimin; ellerini iki yana açıp kaldırdı başını göğe.
Min Yoongi bu güzel görüntü karşısında, ne zaman filizlendiğini bilmediği bir demet gülümseme bahşetti; karamsar istasyonun tam ortasına düşüverdi rengarenk çiçekler. İlerleyen insanlar Jimin'e tuhaf bir bakış atıp yanlarından geçerken aptal olduklarını düşündü Min Yoongi, yanından geçtikleri bedenin güzel ruhunu göremeyecek kadar kör olduklarını düşündü. Ve o an anladı da bu istasyondakilerin neden göremediklerini bu treni, güzeli fark edemeyecek kadar körleşmiş kalplerin mutluluğu taşıyacak kapasitesi olmadığını fark etti; ve o saniye, tüm gözlerden sakınmak istedi Jimin'i, kimseler görmesin, kalbinde sakladığı tebessüm kutusunda sonsuza dek gülümsesin istedi.
"İçeri gel Jimin, hasta olacaksın sonra," diyebildi lâkin sadece, zihninde kopan fırtınaları açıklayabilecek rüzgarları yoktu ki, kendi bile kaybolmuştu o fırtınalar arasında. Park Jimin'in bu kadar kısa sürede kalbinde bıraktığı hislerde kaybolmuştu, lâkin tek rotası yine Park Jimin'di, buna engel olamazdı ve olmak da istemezdi Min Yoongi.
"Olsun hyung," dedi Jimin gözleri kapalı ve dudakları gülümseme ile kaplı bir halde iken. "Yağmur çok temiz, sen de gelsene?"
Başını yenilmişlikle iki yana salladı Min Yoongi, elindeki kahve kupasını Jimin'inkinin yanına bırakırken gözlerine kadar ulaşan gülümsemeden habersizdi. "Üzerindeki kazak çok ince, ceketini alıp geliyorum."
Jimin ile kaldıkları kompartımana doğru ilerledi hızlıca; Jungkook çoktan uyanmış, bir elinde havuç varken telefonuyla uğraşıyordu. Jimin'in mavi hırkasını da bacaklarına örtmüştü.
"Hey velet," diye seslendi Yoongi ifadesiz bir tonla, bu çocuktan pek hoşlanmış sayılmazdı çünkü her fırsatta Jimin'le yakınlaşıyor, O'na sarılıp yaptığı şakalarla O'nu güldürüyordu. Min Yoongi'nin içinde yakıcı hisler doğuyordu o zamanlar, kaşlarını çatmasına neden olan ve O'nu alabildiğine huysuzlaştıran hislerdi bunlar; ve Min Yoongi bu duygunun kıskançlık olduğunu da henüz bilmiyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
tokyo-petersburg treni, yoonmin
FanficKendimi gerçekte var olmayan bir trenin içinde bulduğumda, saat altıyı beş geçiyordu. 17/02/2017 ~ 26/04/2017