Dağı tırmanırken Ere'yi taşıyan parmaklarımı hissetmediğimi fark ettim. Bir yer bulmalı ve ateş yakmalıydım artık. Ere kollarımın arasında donuyordu. Hem o hem ben burada bir hiç gibi donarak ölecektik.
Son kalan gücümle tırmanmaya devam ettim. Hızlanmaya çalışıyordum ama olmuyordu. Artık ayak parmaklarımı da hissedemiyordum çünkü. Soğuk rüzgardan korunması için Ere'nin yüzünü dahi kapamıştım. Yükseğe tırmandıkça rüzgarın şiddeti ve soğukluğu daha da artıyordu ve bu yüzden daha da zorlanıyordum. Ayrıca yokuş çıktığımdan, Ere'nin ağırlığını iki kat hissediyordum.
Durdum. Etrafıma bakıp sığınabileceğimiz bir yer görmeyi umut ettim ama yoktu. Zaten tipi de başlamıştı ve bu yüzden çok da net göremiyordum ama pes etmeyecektim. Ere burada, bilinmeyen bir dağda saçmasapan bir ok yüzünden ölmeyecekti...
Bu şartlarda yola devam edemeyeceğimi anlamıştım. Rüzgarın yönünü tespit ettikten sonra en az rüzgar alan iki kayanın arasına yatırdım onu. Acıyla inledi, kendinde değildi. Okun kalanını çıkarmalı ve yarasına pansuman yapmalıydım. Canı acıyacaktı ama mecburdum. Önce ateş yakmak için bir şeyler toplamam gerekiyordu. Bu havada ateş yakabileceğim bir şeyler bulma konusunda pek ümitli olmasam da aramaya başladım. Neyse ki ağaç kovuklarından toplayabildiğim kuru dalları ve yanabilecek ne bulursam toplayıp, Ere'yi yatırdığım yerdeki kayanın karşısında olan büyük kayanın dibine yığdım. Ateşin harlanması için yeteri kadar rüzgar alıyordu. Tipi yüzünden biraz zorlansam da ateşi yakıp Ere'ye döndüm ama ondan önce yine etrafımıza bir göz gezdirdim. Kurtlar olabilirdi ya da çakallar ya da ayılar...
Sonunda sıcaklık biraz kendime getirmişti beni. Ere'ye de yeteri kadar sıcaklık gidiyordu. Ancak üzerimize yağan tipi yüzünden ateşin sönmesinden korkuyordum. Aklıma gelen şeyle Ere'nin çantasını açtım. Doktorun oraya giderken sığınaktan aldığı ve üzerine sardığı battaniyeyi çatı olarak kullanmayı deneyecektim. Battaniyeyi açtım ve bir ucunu kayanın üzerine atıp taşlarla sabitledim. Diğer ucunu ise diğer kayaya sabitlediğimde üstümüzde alçak ama bizi tipiden koruyan bir çatımız olmuştu. Şimdi ise sıra Ere'yi iyileştirmekteydi.
Ere'nin üzerindeki montumu aldım. Hızla üzerime giyerken amacım montun sıcak kalmasını sağlamaktı. Onun montunu da dikkatlice çıkarıp ateşin yanına koydum. Onu her hareket ettirdiğimde inliyordu. Ok yarasını bilirdim, acırdı.
Kanlı kazağını tamamen çıkarmayıp ok olan kısmı kestim. Kolunu dışarı çıkardıktan sonra yarayı inceledim. Mikrop kapmamış görünüyordu ve oktan kalanlar hâlâ omuzundaydı.
Bıçaklarımdan birini çıkarıp ateşe tuttum. Bıçağın ucunu, ateşin etkisiyle kararana kadar ateşte çevirdikten sonra dizimle Ere'nin sağlam omuzuna bastırdım. Muhtemelen acıdan kıvranacaktı ama hareket etmemeliydi. Sadece oku tutabileceğim kadar bıçakla oyacaktım derisini. Ağzına hızlıca kısa bir ağaç dalı koyup bıçağın ucunu okun olduğu kısma geçirdim. Ere altımda kıvranıyor, kendinde olmasa da dudaklarının arasındaki dal yüzünden boğuk bir çığlık atıyordu. Daha hızlı olmaya çalıştım. Hiç beklemeden, oku tutabileceğim kadar oyuk açtığımda iki parmağımla tutup tüm gücümle hızla çektim ve Ere bayıldı.
Sargı bezini oluk oluk kan akan yere bastırırken terlemiş alnındaki saçlarını yüzünden çektim ve,
"Bitti," dedim, "İyileşeceksin."
Omuzunu sıkıca pansuman ettikten sonra Ere'nin yanında oturup arkamızdaki kayaya yaslandım. Bu geceyi atlatabilseydik bile bu halde savaşamazdık. Vastandidlerin köyünde bizi neyin beklediğini hiç bilmiyordum. Bu yüzden gerekirse geri dönüp haritadaki batı sığınağına gitmeyi düşünüyordum. Bu, on gün kaybetmemiz demekti ama mecburdum. Ere iyileşmeli ve benimle savaşmalıydı. O iyi bir savaşçıydı, ona ihtiyacım vardı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
VALGUS & ERE ( Karanlığın İnsanları )
General FictionBu kitap, gelecekte yaşanabilecek gerçeğe dayalı ihtimaller üzerine araştırılarak kurgulanmıştır. ----------------- Onlar, karanlığa doğdular... Onlar, hissizliğe doğdular... Ve onlar, renksizliğe doğdular... Hissedemeyen insanlar nasıl âşık olurlar...