ERE
Başımın içi bomboş bir şekilde uyandım. Sanki kafamı salladığımda beynim de sallanıyordu. O kadar sersem gibiydim ki yatağıma nasıl geldiğimi bile hatırlayamıyordum.
Bacaklarımı yataktan sarkıtıp tüm vücudumu ürperten soğuk zemine bastım. Şikayetçi değildim, aksine ayaklarımın altındaki soğuğu hissetmek hoşuma gitmişti. Bu hissi bile özleyecektim.
Yataktan kalktığımda fark ettiğim şeyle bir an olduğum yerde kalıp üzerimdeki kıyafetlere baktım. Bunlar benim kıyafetlerim değillerdi. Üzerimde bol bir tişört ve altımda yine bol bir eşofman vardı ve bunları ne zaman giydiğimi hatırlamıyordum. O an gözümün önüne dün yaşadıklarım geldi.
Ekranda gördüğüm annemi kaçıran pislikle sinirden deliye dönüşüm ve kolumda hissettiğim acı...
Her şeyi idrak ettiğimde odadan çıktım. Sakinleştirici vermişti bana doktor...
Salona geldiğimde ekranın başındaki askere aldırmadan ekranların yanına gelip Vastandidlerin kampına baktım. Adamlar hâlâ oradaydı ve biz hiçbir şey yapmıyorduk.
Askere dönüp,
"Neden onları öldürmüyoruz?" diye sordum.
Asker ise yüzüme bakma tenezzülü dahi göstermeden ayağa kalkıp deney masasındaki laboratuvar tüpleriyle uğraşmaya başladı.
"Çünkü bu sığınağın gizli kalması gerekiyor," deyip bana arkasını döndü.
Bugün tuhaf bir şeyler vardı onda ama anlayamamıştım. Genelde de tuhaftı. Yine de bugün farklı bir şeyler vardı.
"Ölürlerse zaten gizli kalır," dedim yanına gidip masanın diğer tarafında önünde dikilerek.
Yine bana bakmadı.
"Adamlar geri dönmediğinde onları aramak için buraya başkaları gelecektir," deyip elindeki tüplerden birine kaşlarını çatarak baktıktan sonra hassas tartıya benzeyen bir şeyin üzerine koydu.
"Vastandidler için adamlarının o kadar değerli olduklarını sanmıyorum asker," dedim ben de ters bir şekilde.
Dikkatini çekmeye çalışıyordum ama hiç umurunda değilmişim gibi görünüyordu. Zaten neden umurunda olacaktım ki? Neden böyle düşünmüştüm şimdi!
Tüpleri tartıdan alıp içlerindeki sıvıyı başka büyük bir tüpün içine akıtırken,
"Bunu bilemeyiz. Varsayımlarla iş yaparsak, geleceğimiz belirsiz olur," dedi ve tüm sıvıları büyük tüpe boşalttı.
Ne cevap vereceğimi bilemediğim için konuyu değiştirdim.
"Sen ne yapıyorsun böyle? Siency Amca nerede?"
Tüpü dikkatlice cam bir kutunun içine koyup ekranlara doğru yürüdü.
"O biraz kestiriyor. Tüm gece nöbet tuttu. Uyumadan önce dokunmayı hissetmemiz için yaptığı formülü öğretti ve ben de onu yapmaya çalışıyorum."
Hızla peşinden gittim. Zaten ekranlarla laboratuvar masasının arasında çok bir mesafe yoktu. Omuzundan tutup bana çevirmeye çalışırken gözümün önüne küçük bir görüntü geldi.
Sadece göğsünü ve tek omuzunu görebildiğim bana çok yakın olan bir erkek vücudu vardı ve geniş omuzuna dokunuyordum. Üstelik çıplak bir omuz!
"Tanrı'm!"
Dikkatini çekebilmiştim ama bu kez benim aklım karışmıştı. O görüntü de neydi!
"Ne oldu?" diye sorarken sonunda yüzüme baktı.
"Şey..."
Ne diyecektim ki? Tabii ki yalan söyleyecektim.
"Biraz başım döndü sadece," deyip elimle alnımı sıvazladım ve ardından sorumu sordum.
"Daha fazla kimyasal yapabileceğimizi bilmiyordum. Siency amca neden daha önce söylemedi ki? Şimdiye kadar bir sürü kimyasal hazırlayabilirdik."
Bir süre cevap vermeden bana baktı. Bakışlarında başka bir şey vardı; bir şeylere karar veremiyormuş ya da sakladığım bir şeyler olduğundan şüpheleniyormuş gibi. Sanki anlamaya çalıştığı bir şey vardı bende. Lanet olsun çözemiyordum!
Sonunda bakışlarını yine kaçırıp ekranların başına oturarak,
"Doktorun elinde çok fazla malzeme yok. Ayrıca dün Bay Siency'e gitmemiz gerektiğinden bahsettim. Bu yüzden işleri hızlandırdık," deyip onu rahat bırakmamı istercesine gözlerini ekranlara sabitledi.
Ben de istediğini yaptım ama istemeyerek. Mutfak kısmına doğru ilerleyip kendime bir kahve hazırlamaya başladım. Kahvenin tadını alabildiğimden beri en sevdiğim içeceğimdi. Bir süre sonra bu tadı alamayacağım için üzgün hissediyordum.
Ona dönüp,
"Kahve ister misin?" diye sordum.
"Harika olur," deyince ona da bir bardak koydum.
Açtım ve aynı zamanda kendime yiyecek birkaç parça bişiler de yanına ekleyince taşımak zor olmuştu. İki elimde kahveler ve dirseğimin iç kısmına yerleştirdiğim ton balığı konservesi ayrıca biraz ekmekle askerin yanına gitmeye çalışıyordum. Tam "bana yardım eder misin?" diye soracaktım ki konserve kolumun iç kısmından kayınca, ani refleksle kahveyi tutan elimi düşmesine ramak kalan konserveyi yakalamak için salladım. Tabi o sırada ağzımdan küçük bir çığlık ve küfür çıkmasına engel olamamıştım. Aynı zamanda sıcak kahve elime dökülmüş ve derimi acıtmıştı. Canım çok yanıyordu. Her an kahveyi bırakabilirdim.
Çıkardığım saçma ani seslerim yüzünden sonunda başını kaldırıp bana bakan asker hızla ayağa kalkıp yanıma gelerek, artık elimde tutamadığım kahveyi yakalamaya çalıştı. Ancak çabalarımız hiç düşündüğümüz gibi sonuçlanmamıştı...
Kahve onun eline de dökülerek hatrı sayılır bir gürültüyle yere düştü. Kaybetmemesi gereken dengesini kaybeden asker, bana doğru düşüp beni masaya yapıştırdı. O sırada hâlâ kahvemi tutmaya çalışırken gözümün önüne bir görüntü daha geldi.
Ben masaya yaslanmış bacaklarım açık bir şekilde yarı çıplaktım ve karşımda da yarı çıplak bir erkek vardı.
Çok kısa bir görüntüydü ama paniklememe yetmişti. Neden bu ani görüntüler aklıma düşüyordu? Kimyasalın etkisi miydi? Yoksa Tanrı'm! Hayır hayır! Tabii ki olamazdı, asla ve asla böyle şeyler yaşamış olamazdım.
"İyi misin?" dediğinde aklımdaki düşünceler dağıldı.
Kendisini geri çekip kahve dökülen elini sallar ve kıyafetlerine dökülüp dökülmediğine bakarken onu izliyordum.
"İyiyim... Sanırım."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
VALGUS & ERE ( Karanlığın İnsanları )
Narrativa generaleBu kitap, gelecekte yaşanabilecek gerçeğe dayalı ihtimaller üzerine araştırılarak kurgulanmıştır. ----------------- Onlar, karanlığa doğdular... Onlar, hissizliğe doğdular... Ve onlar, renksizliğe doğdular... Hissedemeyen insanlar nasıl âşık olurlar...