Hayat bir dize için bütün şiiri çöpe atmayıgerektirmeli...
Ayaklarımı sürüyerek yorganla beraber mutfağa ilerledim. İlk defa normal insanlar gibi telefona gelen mesaj sesiyle uyanmıştım. Bu ne kadar şaşırtıcı olsa da gerçekti. Masanın üzerinde duran çiziklerle dolu telefonu iki parmağımla sıkıştırıp, dünden kalan mısır gevreğini bularak kâseye boşalttım. Sandalyeye hızla oturarak yemeye başladım. Mesajın Tuğrul'dan geldiğini tahmin ediyordum.
''Kapının önüne çık 5 dakikan var.''
Kesin dille konuşan insanlardan nefret ederdim. Dün hayat hikâyemi soran hırsız kaybolmuştu. Haklıydı belki de. Kimse şizofrenlerle arkadaşlık etmek istemezdi. Hatta... Bu kendimi insanlardan soyutlayabilmem için en gerçekçi bahanemdi. Kendimi suçlu hissettirmişti, aptallık ediyordum. Bugüne kadar arkadaş edinmeyi hep yanlış görürdüm. Deneyimler önyargılardan daha üstündü çünkü. İnsan birkaç kez kırıldıktan sonra hatalarına küsermiş. Hayata küsmenin getirisiydi beklide. Aşklar ya da arkadaşlıklar hep aynı şekilde mi biter? Aynı şekilde bitiyor işte. İnsan mutlu olunca hep aynı duyguyu aynı kaynağı tadıyor. Gülümsüyor, kahkaha atıyor, geçiyor. Ama acılar çok farklı. Bir aşkın bitişi bir babanın ölümü kadar acıtmıyor mesela. Ya da bedensel ve ruhsal acılar olarak iki gruba ayrılabiliyor. Ten üzerindeki acılar daha çok kanıyor, morarıyor, eziliyor bir şekilde iyileşiyor. Ama Ruhsal acılar çok farklı. Sanki birileri kalbine bıçağı saplıyor ve ömür boyu seni kanamaya mahkûm bırakıyor. Ya da sanki birileri iç organlarını çalar gibi midenin içindeki hayat mutluluğunu sağlayan kelebekleri çalıyor. Sanki miden yokmuş da kocaman bir boşlukmuş gibi ömür boyunca ezilip duruyorsun. Ölene kadar sürüyor işte. Gülüp geçemiyorsun. Önyargıyla deneyimler karıştırılıyor bu yüzden.
Bir hırsız için kuralı bozamazdım. Her şeyi anlatıp aptal duygularımdan vazgeçmeye çalışacaktım.
Bulaşıkları tezgâha yerleştirdikten sonra kapıyı hızla kapatıp kilitledim. Ne kadar sinir bozucu bir durum olsa da hak veriyordum. Kapıyı iki kez kilitledim, o hataya bir daha düşmeyecektim. Pijamalarımın altından sırıtan ayakkabıların bağcıklarını bağladım. Alelacele saçlarıma topuz yaparken görünüşümden şüphelenmiştim. Özel gözükmesem de düzenli gözükmeliydim.
Heyecanımı ne diyeceğimi bilmediğime bağlıyordum. Dış kapıyı açtığımda hayatımda görmediğim değişik bir araba modelinin önünde Tuğrul'u kafası yere eğikken bulmuştum. Sahi bu kadar güzel bir araba hırsızın olabilir miydi? Sonuçta o arabayı da hırsızlıkla kazanmış aşağılık biriydi. Yanına çekingen adımlarla yaklaştığımda söyleyeceği şeyler varmışta söylemek istemiyormuş gibi duruyordu. Bu davranışları biliyordum. Kitaplarda hep ayrılıklarda veya suçlu olunan bir durumda görürdüm.
''Dün beni polise vermediğin için teşekkür ederim hırsızlık yapmak girdiğim hiçbir evde ev sahibiyle uzun süre daha doğrusu kısa süre bile oturmamıştım. Ama bunları beni polise verme diye yaptım... Sağ ol.''
Kafasını tekrar yere eğdiğinde mırıldandı.
''Şuna bak bir özür dilemediğim kalmıştı.''
Ne kadar mırıldanmaya çalışsa da benim duyabileceğim bir şekilde söylemişti, kıkırdadım.
''Sen neden gülüyorsun?''
Tuğrul'a en beklemediği soruyu sormuştum.
''Ben neden gülüyorum gülüyor muyum?''
Gözleri dolduğunda uzun uzun yüzüme bakmaya devam etti.
''Aklımdan gülüşün geçiyor. Masum olduğun kadar olgunsun. Ama alışkın değilsin veya layık... Kalbinin kırılmasına dayanamazsın. Kalbinin kırılamayacak olduğunu yüzüne yansıtıyorsun çünkü. Dar dik burnun koyu kahverengi gözlerine özellik katıyor, hafif kavisli kaşların sürekli gülüyormuşsun gibi bir ifade veriyor. Gözlerine daha derin bakıldığındaysa simsiyah kilitli bir kapı görebildiğim. Sanki hüzünle keşfedilmeyi bekliyor kusursuzluğu arıyorsun. Saçlarınsa simsiyah elektriklenmiş her tel doğallığını simgeliyor düz saçların siyah güllerden yapılmış salıncağı andırıyor. Ama senin kalbini kıracak kadar bencil biri olamam.''
Kendime geldiğimde göz torbalarıma yansıyan güneşi fark ettim. Hiçbir şey göremiyordum. Yürüyen bir bela gibiydi uzaktan. Belki bana zarar verirdi. En önemlisi beni üzebilirdi ama kalbimi yenemeyeceğimi de öğrenmiştim.
Yüzü ciddiye büründüğünde yüz ifadesi utandığını belli ediyordu. Neyse diye düşündüm. Başladığın işi bitir! Fakat... Özgüven. Ben hiçbir zamana en sevdiğim insana bile bu kadar net kendimi ifade edememiştim.
''Sen içeri git.''
Anlamsız gözlerle bakarken cevap vermek yerine cebinden çıkardığı buruşmuş sigarayı dudağına götürüp yaktıktan sonra derin bir nefes aldı. Sigara parmaklarının arasında kayarken sigarayı yere düşürdü. Dudaklarının arasında bir şeyler mırıldandığında küfür ettiğini anlayabilmiştim.
Kısa süre bile olsun gülümsememe izin vermeden tek hamlede son model arabasının kapısını açarak hızla yerleşti. Bu davranışını garip bulmamıştım, iyi bir hırsız olmalıydı. Aynı zamanda hırsızların aceleci ve pratik olması gerektiğini biliyordum.
''Dengesiz'' diye mırıldandım. ''Sadece gizemli bir dengesiz''
Yanımda hızla beliren yaratık beni korkutmuştu. Kaldırımın karşı kenarında sanki bütün mevsimleri bir arada yaşıyormuşum gibi mimik değişimlerimin insanları tedirgin ettiğini fark edebiliyordum. Ağzımdan kaçan hıçkırıklara engel olamadım. Kaç yıl olmuştu? 8 veya 9 mu? Birileri beni yalnızlığa terk edeli kaç mevsim geçmişti aradan. Aptal bir duygu değişimi olabilirdi kollarım gözyaşlarımı saklamak için yüzüme uzandı. İnsanlara belli etmemeye çalışarak sıkıca gözlerimi yumdum. Uzaktan bakıldığında deli gibi gözüktüğümün farkındaydım. Alışmıştım ve ben böyleydim bunu kabulleneli çok olmuştu.
Yaratığın fısıldamalarına kulak vermeye çalıştım. Sadece bakıyordu ve konuşmuyordu. Yüz ifadesi endişeliydi. Evet, bende böyle hissediyordum fakat bir sebebim yoktu.
Yeniden kafamı kaldırdığımda bir şeyler dediğini fark ettim.
Konuşmalarını umursamayarak eve doğru ilerledim. Alışmıştım. Gerçekleri konuştuğu için kaçıyordum ondan. Gerçekler her zaman acıydı. Ve ben bazı şeylerle yüzleşmemek için kaçmaya çalışıyordum.
Eve girdiğimde gözüme oldukça loş ve soluk beyaz duran oda çarpmıştı. Kitaplar, binlerce kez yeninden okuyabileceğim bir kitap bile bırakmamıştı. Bomboş duvarlar kitaplar olmadan rutubet ve nem kokuyordu. Psikolojik olarak bir şeylere kendinden bile çok alışınca beyin boşluğa düşüyor sanrısal şeyler saçmalamaya başlıyordu sanırım. Televizyonun karşısında boş bir şekilde oyalanırken aklımdan kitaplar hala çıkmıyordu. Hangi insan kitap çalmak için bir eve girerek kendini riske atardı ki? Kütüphanelerden çok rahat alabileceği kitapları neden başkalarının evinden çalardı? Dışarıda havanın soğuk olmasına rağmen sonbahardaki gibi bir güneş vardı. Yemeğimi bitirdikten sonra tekrar televizyonun karşısına geçtim. Su faturasını ödemem için kullandığım karttan bir miktar harcama yapabilirdim. Kapıyı yeniden çekerek kendimi tekrar sokağa attım. Beni tatmin edecek kadar yeni kitaplar almalıydım. Kitap almak benim için kadınların dayanamadığı giyim ve kozmetik alışverişi gibiydi. Kafamı yerden kaldırıp güneşe alışmaya çalışarak köşeyi döndüğümde kitapçının kapısını zorla açtım. İçerden püsküren sıcak hava midemin bulanmasına sebep olmuştu. Polisiye ve macera romanlarının bulunduğu reyona ilerledim. Ağzımdan çıkan küfre engel olamayıp sessiz olmaya çalışarak rafın arkasına saklandım.
Tuğrul? Onun burada ne işi vardı? Yanına gidemezdim hırsızlık yapmaya yeltenirse benimde başım yanardı. Dikkatle incelediğimde kitaba göz gezdirdiğini ve aynı zamanda keskin bal rengine dönen gözlerinin ona engel olacak şekilde dolu olduğunu gördüm.
Elime aldığım kitabı yerine koyup birkaç reyon ilerleyerek yaklaştım. Ayağım tökezlediğindeyse dikkatim ayağımdan çıkmak üzere olan botlarıma kaydı.
''Yakut?''