Severus Snape sabah erkenden uyandı. Geceleri geç yatmasına rağmen sabah uyuyamazdı. Geceleri kitap okurdu, yazılar yazardı ve düşünürdü. Bu önemli işleri uykuyla ziyan edemezdi. Gündüzleri ise en özel tutkusu tiyatro ile ilgilenirdi. Ya da Jo ile buluşurdu ama bugün boştu. Kendisine ait bir gün.
Önce sade bir kahvaltı yaptı. Sonra evini düzenledi. Kişisel bakımını yaptı, özenle giyindi ve dışarı çıktı. Bugün yapacak işleri vardı. Kafasında bunların hesabını yaparak yürüdü. Hava bugün Londralıları şaşırtacak derecede açıktı. Pek klasik bir Londra sabahı sayılmazdı. Yağmur yoktu, gökyüzünü kaplayan siyah bulutlar yoktu. Yine de çiçekler açıyor denemezdi. Ne de olsa burası İngiltere'ydi. Kasvetli havasına yaşayanlar alışkındı.
Hava açık olsa da kendisini hissettiren keskin bir soğuk vardı. Snape atkısını boynuna biraz daha doladı. Varacağı yer etrafındaki görkemli, yüksek binaların yanında sönük kalsa da sempatik, üç katlı, eski bir yapıydı. Eğer nesnelerin, evlerin, binaların ruhu olduğuna inanan insanlardansanız etraftaki o kocaman, camlı, cafcaflı ama ruhsuz gökdelenlerdense bu küçük ama şirin binaya girmeyi tercih ederdiniz.
Snape sık gelmese de burayı severdi. Bir iş yerinden çok eve benzerdi. İçinde ellerinde kahveleri olan, erkeklerin üstlerinde takım elbiseleri, kadınların daracık etekleri ile birbirlerinin yüzlerine asla bakmadığı, sohbet etmediği, koridorlarında topuk seslerinden başka seslerin yankılanmadığı, insanların birbirlerine hava attığı o korkunç, samimiyetsiz, ego savaşlarının ve hırsların yaşandığı yerlerden değildi. Aksine herkes rahattı. Ego da yoktu, hırs da, savaşta. Herkesin kazandığı bir yerdi. O yüzden bireysel çıkarlar geri plandaydı. İçeri girdiğiniz an bir sıcaklık kaplardı sizi ve matbaa kısmına doğru ilerledikçe öyle müthiş bir haz duyardınız ki kitap kokusu, kağıt kokusu... İnsan daha ne isterdi?
Snape aynı duygularla yayın evinin kapısını açtı. Gelmeyeli uzun zaman olmuştu. Etrafa baktı şöyle. Duvarlara sinmiş o güzel kitap kokusunu çekti içine. Sakince ilerledi. Tam merdivenlere yönelmişti, Albus'un sesini duydu.
"Severus, seni buralarda görmeyeli uzun zaman oldu."
Snape geriye döndü. Kendisine doğru gelen uzun boylu, çelik bakışlı adama baktı.
"Bende yoğunum bu aralar." dedi. İki adam tokalaştılar.
"Minerva bugün burada değil. Seni göremediğine çok üzülecek."
"Ah, bu kötü oldu."
Dumbledore, Snape'in gözlerine bakarak, "Hislerim beni yanıltmıyorsa, sen Minerva'yı görmeye gelmedin ama?"
"Aslında...-"
"Minerva'nın odası o tarafta değil." dedi Dumbledore gülümseyerek.
"Ben... Bayan Granger'ı görecektim."
"Bayan Granger'ı mı? Ne kadar enteresan. Arkadaş olduğunuzu bilmiyordum."
"Arkadaş değiliz. Ben tiyatrodaki oyun için ondan yardım alıyorum. Afiş tasarımını yapıyor. Sadece bu. İyi anlaştığımız bile söylenemez." dedi Snape sıkıntıyla.
"Anlıyorum. Sana odasına kadar eşlik edeyim o zaman."
İki adam yürümeye başladılar.
"Kendisi oldukça yetenekli bir genç hanım. Gerçi buna şaşırmamak da lazım."
"Neden?" diye sordu Snape.
"Kendisi Harvard Üniversitesi Mimarlık mezunu."
Bu bilgi karşısında şaşkınlığını gizleyemeyen Snape,
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SİYAH VE KAHVE
FanficHayatı acı içinde geçmiş, yapayalnız genç bir kadın olan Hermione Granger, taşıdığı büyük sır ile birlikte verdiği sözü tutmak için Londra'ya gelir. Ne pahasına olursa olsun sözünü yerine getirebilmek için bir plan yapar. Fakat hiç düşünmediği bir o...