1. Deniz...
Köye geldiğinden beri bu tarlayı üçüncü temizlemesiydi, köklerine dikkat etmeden kopardığı yabani otların bir hafta içinde aynı yerde yine biteceğini biliyordu artık. Yalın ayak çalışmaktan kurumuş, çatlamış çıplak ayaklarına baktı, ne kadar köksüzdü. Bildiği hayattan geriye hiçbir şey kalmamıştı, var olmasına neden olan her şey yok olmuş, artık sadece anlamsızlık vardı. Hissettiği duyguya isim takamıyordu. Buraya geldikten aylar sonra, durumuna teşhis koyabilecek ayıklığa ancak gelebilmişti. Ayıklığını kaybetmesi ilk defa uyuşturucudan değildi. Bu sefer önce ruhunu, sonra bedenini ele geçiren bu şey, vücudunun ürettiği bu şey, herhangi bir uyuşturucudan bile daha güçlü, daha uzun etkili bir kimyasaldı: Acı. Duru'nun, Can Manay'ın helikopterinden inişini gördüğü o televizyon mağazasının vitrininde Can Manay'ın Duru'yu kollarına alıp öptüğü o anda doğmuştu bu acı ve arsızca içinde ne duygu varsa yutmuş, şimdi kocaman olmuştu. Öyle büyüktü ki sanki Deniz'in evreniydi. Artık, ancak acının içinde var olabilen biriydi o. Ruhu ağrıyordu. Ülkenin güneybatısında bir köyde, karın tokluğuna çalışan, önüne konulursa yiyen, konulmazsa sormayan, işi olmadığında dalıp dalıp giden, şaşılacak kadar az uyuyan, uzun boylu, geniş omuzlu, suratındaki kıllardan yakışıklılığı pek bilinmese de gözlerinin güzelliği köylüler arasında dillendirilmiş bir işçiden başka bir şey değildi artık. Dikkatle çektiği o yabani otlar gibi, dikkatle çekilip çıkarılmıştı kendi toprağından. Şehirden ayrılışı, daha doğrusu kovulması tam bir insanlık dramıydı aslında ama Deniz o kadar yaralıydı ki kendi dramını kavrayabilecek algısı bile kalmamıştı. Duru'yu aramakla geçen 29 saatte dört ayrı karakola gitmiş, Can Manay dahil tanıdığı herkesten yardım istemiş, Can Manay'a ulaşamamasından şüphelenmeden Duru'yu her yerde aramıştı. 29 saat boyunca içinde hissettiği azap, dördüncü kez gittiği karakoldan çıkışta, önünden geçtiği bir elektronik mağazasının satılık televizyonlarından bazılarında Duru'yu görene kadar kendi çaresizliğine çare bulabileceğini sanmıştı. O magazin programının görüntüleri, Duru'yu nihayet bulmanın hissiyle çaresizliğini bir an dindirmiş, sonraysa ruhunu parçalamıştı. Hissedilen çaresizliğin ruhu parçalayan bir umutsuzluğa dönüşmesi var olan tüm anlamları yok ederken damarlarındaki kan acıyla beslenmeye başlamıştı. Kendi uydusu tarafından parçalanmış bir gezegendi o, hayat yoktu ama hâlâ yörüngedeydi. O an artık acı yok, sadece anlamsızlık vardı. Duru nasıl yapmıştı böyle bir şeyi? Neden? Niye? Oraya nasıl gittiğini, içeri nasıl girdiğini bilmiyordu ama Can Manay'ın ofisinde etrafa saldırdığını hatırlıyordu. Kıskançlığın değil, hayal kırıklığın saldırışıydı bu. Belki de ölebilirdi, Can Manay'ın "ricasıyla" alındığı karakolun o hücresinde geçen üç gün olmasa... O hücre Deniz'in ölmesini engelledi ama onu sessizce bitirdi. Nezarethaneden çıktığındaysa üç gün önce sahip olduğunu sandığı hayattan geriye hiçbir şey kalmamıştı. Müzik gitmişti.
Anlamsızlık bedeninden taşıp tüm algısını doldurduğunda artık o sadece bir posaydı. Bir zamanlar, varoluşu tüm coşkusuyla hissettiği bu bedende nefes almaya, yemeye, uyuyabildiği anlarda uyumaya devam eden bir posa. İlk defa müzik duymuyordu, tek bir nota bile yoktu. İçinde her şey solmuştu. İçindeki boşluğun bir gün dünyayı değiştirecek bir şeye gebe olacağını bilmeden kızgın güneşin altında ince, uzun müzisyen parmakları, toprağın bereketini kutlarcasına çıkmış yabani otları tek tek yolmaya devam ederken aklında tek bir düşünce vardı: Yalın ayak çalışmaktan dolayı kaynaklanan lanet olası yara daha ne kadar acıyabilirdi?
2. Can & Duru
Can, suratına yayılan mutluluğun tuhaf görüntüsünü umursamadan kafasını yasladı koltuğa. İşe gitmek üzere yoldaydı. Aracının lüks deri koltukları hissettiği bu duyguya yatak olmuşçasına kendini bıraktı. Gözleri, önünde uzanan yoldaydı ama aklı sadece Duru'da. Gözlerini de kapatıp beynine akan anlamsız görüntüleri kesti çünkü artık bu evrende sadece Duru vardı sanki. Duru'nun gülümsemesinin aralığında beliren güzel dişlerinin şekli, o gülümsemeyle şekillenen yanağındaki çıkıntı, güneş ışığıyla renk değiştiren saçları, şaşırdığında suratına, özellikle de gözlerinin içine yayılan ifade, o gözlerin orgazm yaşarkenki kısıklıkları, o gülümseyen ağzın sevişirkenki dolgun pembeliği, o pembeliği emmenin lezzeti, o beyaz tene ancak dokunulduğunda hissedilen pürüzsüzlükteki haz, o avuca sığmayacak büyüklükte dolgun ama büyük olmayan memelerin küçük, sivri uçlarının tahriki... Ona dokunabilmek, öpebilmek, etini avuçlayabilmek, içine girebilmek, hazla kıvranan vücudunu seyredebilmek... Can neredeyse boşalmak üzereydi! Erkekliğinin sertliği öyle bir gerginlik vermişti ki, Ali'ye hemen eve geri dönmeleri gerektiğini telaşla haykırdı. Can'ın buyurmasıyla yolun ortasında aniden durmak zorunda kalan Ali, etrafındaki araçların küfürlü kornasına aldırış etmeden hemen arabayı döndürdü. Can'ın unuttuğu şeyin çok önemli olduğunun bilincinde bir saniye bile kaybetmeden araçları sollayarak malikâneye geri döndüler. Can Manay'ın polis merkezindeki tanıdıkları sayesinde paparazzileri uzaklaştırmak için verilen polis ekibinin yanından hızla geçerken elini kaldırarak her şeyin yolunda olduğunu işaret etmek zorunda hissetti Ali, daha önce hiç bu kadar acele etmemişti. Acele etmesinin çok önemli olduğunu, Can'ın unuttuğu şeye ulaşmasının acil olduğunu düşünerek vardı eve. Can, arabadan inmeden çıkardığı ceketiyle ereksiyonunu gizleyerek fırladı araçtan, güvenliği hızla geçip kapıya vardı, içeri girer girmez durmaksızın ayakkabılarını fırlattı, salona çıkan merdivenlerde kravattan kurtuldu, yatak odasına uzanan koridorda gömleğin düğmelerini yırtarcasına açtı. Duru'nun evde olduğunu, çıkmadığını biliyordu, emindi, çünkü kokusunu alıyordu. Yatak odasının kapısı aralıktı ve Can içindeki coşkuyu kontrol altına alarak yavaşça açtı kapıyı. Duru, Can'ın ısrarıyla girdiği küvette gecenin tüm yorgunluğunu atarken kapıda dikilen Can'ı görünce şaşırmadı bile. Yarı çıplak, erekte, istekli, âşık Can Manay. Can kendisine doğru huzurlu adımlar atarken Duru sakince kalktı küvetten, üzerinden akan suyun Can'ı çıldırtacağını bilerek. Bir kadını en tahrik eden şey erkeğin üzerinde yarattığı etkiydi. Ona