Yan yana ilerliyorduk sahil yolunda. Uzun süredir aramızda bir sessizlik vardı. Ve bilirim, iki insan arasında sessizlik varsa kesinlikle içlerinde sessizlik yoktur.
Asuman yere bakarak yürüyordu. Bense kafamı solumda kalan denize çevirmiştim. Acaba, diyordum kendi kendime; acaba ben hep seni mi beklemiştim bu yerde? Azra'yı beklediğimi sanarken Asuman'ı beklemiştim belki de. O karanlık günlere doğacak olan güneşi, Asuman'ı beklemiştim. Asuman geldi, kafama sıkacağım silahın kurşunlarını çıkarıp gül yaprakları koydu. Ben de aldım o yaprakları, ruhuma serptim. Artık geçti. Tüm karanlıklar aydınlıklara gömüldü.
Sessizlikse garipti. Asıl sesler sessizlik sırasında çıkardı. Fakat bedenimiz bizim surlarımızdı. Bu yüzden asıl sesleri kimse fark edemezdi. Dışarıdan bakınca sessiz duran ortamda birileri o surların içine girebilse asıl gürültüyü duyabilirdi. Ruhumuzun gürültüsünü.. Ve hiç kimse o surları aşamayacağı için ne gerçek seni tanıyabilecekti ne de gerçek sesleri duyabilecekti.
Asuman'a kahvaltıya gideceğimizi söylediğimde beklediği şeyin bu olmadığına eminim. Fakat halinden memnun gözüktüğü de ortada. Ellerimizde simitlerimizle kumsalda oturuyoruz. Martı gelmiyor. Biz hala sessiziz. Sessizliği bozmaya ne o bir adım atıyor ne de ben. Simitimi bitiriyorum, Asuman'ın büyük bir parça simiti elinde. Uzun dakikalar geçiyor böylelikle. Ve sessizliği öldürecek darbeyi o yapıyor.
"Ne düşünüyorsun?" deyip kafasını bana çeviriyor.
"Hiçbir şey.." diyorum kafamı ona çevirip. Gülümsedikten sonra ekliyorum.
"Kalk, gidelim!"
Gitmek, ne güzel eylem bazen.
Asuman kulaklıkları takılı, pencereden dışarıyı izleyerek yolculuğunu sürdürürken ben önümdeki cihazda bulunan müzikleri karıştırıyordum. Herhangi birinde durdum ve dinlemeye bıraktım kendimi. Kafamı Asuman'a çevirdim, gözleri kapalıydı. Dışarıda yağmur yağıyordu. Cam buğulanmıştı yağmurdan. Camın buğusuna alışkanlıktan bir şey çizmek istedim. Aklıma o söz geldi: Bir camın buğusuna arasına kalp koymadan yazılmış baş harfler gibiyiz.
Ruh halimi tanımlayan kelime: huzur. İçimden sadece bir gülücük çizmek geldi. Asuman'ın üzerinden uzattım kolumu ve bir gülücük çizdim. Sonra bir çiçek ekledim. Asuman uyumuyor olacak ki üzerinden kolumu hareket ettirince açtı gözlerini. Camı görünce yüzüne bir gülümseme yayıldı.
"Bir anlamı var mı?" dedi bana dönüp.
"Var. Yüzümdeki gülümsemenin nedeni olduğun için teşekkürler, demek istiyor ressam burada."
Her zamanki gibi birkaç saniye sustu, düşündü. Gözlerini sabitlediği ekranı işaret ederek, Beraber bir film izleyelim, dedi. Zaman geçsin.
Otobüs yolculuklarının bir özelliği de bu: Normalde açıp izlemeyeceğin filmleri izlemek zorunda kalmak. Asuman da benimle aynı fikirde olacak ki filmin ilk yarım saatinden sonra uyuyakaldı. Gözlerini yumduktan birkaç dakika sonra vücudunu uykunun kollarına bıraktı, kafasını ise omzuma. Omzumu oynatıp onu rahatsız etmemeye çalışıyordum. O an omuzlarımın daha kalın olmasını diledim, kimse ince bir kemiğin üzerine yatmak istemez. Umarım batmıyordur, diye geçirdim içimden. Oysa tüm formumu yitirmeme rağmen kollarım sandığım kadar ince falan değildi. Tamamen benim kuruntumdu.
Bir süre sonra film beni de sıkınca dışarıyı izlemeye başladım. Birbiri ardına dizili tarlalar vardı, renk renk. Sapsarı mısır tarlaları, buğday tarlaları, üzüm bağları.. Göz kapaklarım ağırlaştı. Yorgunluk üstüme çöktü. Pencerelerimi kapattım hayata. Kafam omzumdaki Asuman'ın kafasının üzerine yerleşti. Ve öylece uyuyakaldık.
Muavin bizi uyandırdığında İstanbul'a çoktan varmıştık. Valizlerimizi bagajdan alıp bir taksiye atladık. Önce Asuman'ı bırakmayı teklif ettim. Adres olarak dayısının evinin adresini verdi. Onu indirdikten sonra bir daha görüşmeye söz vererek oradan ayrıldım.
Bense ev olarak amcama gidecektim. Birkaç gün onda kaldıktan sonra kendime yeni bir ev ve yeni bir iş ayarlayacaktım.
Asuman
Araçtan indim. Adımlarım yavaş. Dayımın evine girmek beni korkutuyor. Çünkü dayımın gözleri bana annemi hatırlatıyor. Sadece gözleri mi? Yamuk gülüşleri, yanaklarındaki benleri, ten renkleri.. Tek yumurta ikizinden hallice, tıpa tıp aynılar! İşte bu korku tüm bedenimi sarmış durumda. Zihnimi de çevrelemiş, sıkıyor. Annemin başka bedendeki portresini görmeye hazır değilim. Sanki dünya başıma yıkılacak. Sanki annemin ölmediğine tekrar inanıp tekrar öldüğünü anlayacağım. Ölenin bir gün öldüğünün ama kalanın çok sefer öldüğünün bir kanıtı işte. Dünya yaşanmaya değer mi bu kadar ölümle? Yaşayamıyorum.
Adımlarım olabildiğince sakin. Önce sağ ayağımı sonra sol ayağımı atıyorum. Stresliyim, vücudumun belirli yerleri karıncalanıyor. Kalbim küt küt atıyor. Beynim gürültülü. Adımlarım kadar sakin değilim anlayacağınız. Ama ne oluyorsa oluyor, evin kapısına doğru giden yol bitiyor. Zile basmak zorunda mıyım? Duraklıyorum. Belki de gitmeliyim. Ama ellerim benden bağımsızca zile doğru uzanıyor. Bastım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KIRIK HİKAYE
Aktuelle Literatur...Bir yudum alıp "Çok düşünüyorum, biliyor musun?" dedim. "Neyi?" demedi. Sanki sorgulanmayı sevmediğimi bilircesine sorgulamadı beni. Onun yerine " Çok düşünmek ne kadar iyidir bilemem ama düşünmek hiç düşünmemekten iyidir." dedi. "Ama bir si...