Farklı kalemlerle çizilmiş gibiydi suretlerimiz. Sen rengarenktin bense siyah beyaz. Oysa ne güzel tamamlıyorduk birbirimizi. Ne çok renkliydik ne de çok solgun. Herşey sanki tam da olması gerektiği gibiydi. Hani çok mutlu değildik belki ama birbirimize bir armağan sunarcasına verdiğimiz huzurumuz da dünyalara değişilmezdi. Ne büyük nezaketsizlik, ayıp ettik ki birbirimize "verilen hediye geri alınmaz" kuralını hiç düşünmeden, hiç acımadan bozduk. Öylesine temiz bir tevazuydu ki dayanamadı bu denli büyük bir depreme. Gönüllerimiz, kalplerimiz bir ömür kırıldı, yitip savrulduk. Ama kabul et ilk sen aldın verdiklerini. Sen soldurdun tüm renklerimizi. Araya karıştırdığın bir renk seni kendi renklerine beni ise beyazın dahi olmadığı simsiyah bir boşluğa esir etti. Ellerime vurduğun ihanetten zincirler, kalbime döktüğün umuttan uzak kor ateşler ve seni bana her defasında nefretle hatırlatan tarihler... Bir bilsen ne büyük bir kötülüğün doğuşundan sorumlusun. Bunu hiçbir zaman anlayamayacak olman ayrıca can yakıyor.
Sen kendi haklılığını savunurken aldığın gardın bir savaşın habercisi değildi sadece. Büyük bir yenilginin en başında yapılmış ve daha başlamadan kaybedilen ateşkes antlaşmasıydı. Zayiat mı? Bir kendine dön bak önce ve bir gün karşılaşırsak ve cesaretin olursa bir de gözlerime bak. Orada hala seni bekliyor olacak savaşçı askerler, topyekün savaşa hazır alev alev yanan nefret oklarım. Bir de yok olup gitsek de sana karşı hiç yıkılmayacak surlarım. Öyle bir ah ettim ki sana bak İstanbul'a.