bölüm 17

38 4 0
                                    

55

“Tecrübe bir insanın başından geçenler değil, başından geçenlerin bıraktıkları izlerdir.”

Onlardan ayrıldıktan sonra çorak Temria topraklarında Oktar ile birlikte sessizce yürüdük. İkimiz de Durul'u orada bırakmaktan hoşnut değildik. Telepati yeteneğimi bile dikkatini dağıtabileceğim korkusuyla kullanmaya çekiniyordum. Eğer… Eğer onsuzluk çok dayanılmaz olursa -ki olacaktı.- belki…

İkimiz de Plasidon formundaydık. Bu kez dönüşümü adeta farkında olmadan gerçekleştirmiştim, öylesine kolay olmuştu ki…

Rüzgâr soğuk parmaklarıyla yüzümüzü kamçılıyordu. Plasidon denen yaratıklar zaten soğukkanlıydı, ama yine de bu fırtına buz gibi ve dayanılmaz derecede sersemleticiydi. Pelerinime sımsıkı sarındım. Beynimin her hücresi Durul'a odaklanmıştı. Bir savaşın, bir ölüm kalım savaşının tam ortasına gidiyordu.

Ya biz? O soğuk ve ürkütücü Plasidon sarayında bizi ne bekliyordu? Derin bir nefes aldım.

Oktar uzun süre konuşmamaktan çatallanmış sesiyle “Efendim…” dedi, “Cesaretiniz, kişiliğiniz ve mücadele gücünüzü çok takdir ettiğimi bilmenizi isterim. Ve lütfen endişelenmeyin bu işten mümkün olan en zararsız şekilde sıyrılacağımıza inanıyorum.”

Pelerinimin başlığının izin verdiği ölçüde ona baktım: “Ya onlar? O illüzyon onları yutarsa, biz başarılı olsak bile ne kıymeti kalır Oktar?”

Oktar bir süre cevap vermedi sonra: “Başarısız olmayacaklar, çünkü artık kağanımız onlarla.Kağan Durul çok akıllıdır.”

Karanlıkta fark edilmeyeceğini bilsem de başımı salladım. Biraz daha yürüdük. Oktar koluma hafifçe dokunarak beni durdururken fısıldadı: “Sınırdayız. İki adım sonra Plasidon'a geçmiş olacağız. Kalabalık bir denetleme noktası olacağını tahmin ediyorum. Dik durun ve kendinizden emin olun. Plasidonlar gibi küstah bir görünüş sergilemeliyiz.”

“Tamam” dedim. Bir yandan da Pamir ve Şayla'yı düşündüm, onlar hiç de küstah tanımına uymuyorlardı. Hatta sözünü ettikleri ve eğer saraya girmeyi başarabilirsek Lalfer taşını kendisinden alacağımız şu an tanımadığım, fakat bize yardımcı olmayı kabul ettiğine göre, bu tanıma uymayan Kraliçe Zeren…

Bir süre sonra tozlu bozkır geride kaldı, Plasidon'a geçmiştik. Ciğerlerim deniz kokusuyla doldu. Fırtına bile sanki durma noktasına gelmişti. Temria bozkırının iki adım arkamızda olduğuna inanmak güçtü. Önümüzde karanlıkta bile fark edilen yemyeşil verimli topraklar ve ormanlık bir alan uzanıyordu.

Oktar buruk bir sesle: “Bu bölge tamamen bizimdi…”dedi.

Uzakta kaynaşan bir grup Plasidon askerini görerek toparlandım. Sırtımı dikleştirip, bakışlarıma Oktar'ın öngördüğü gibi küstah bir hava yerleştirdim.

Gruptakilerin üstü olduğu derhal belli olan bir adam öne çıktı. Pelerini masmaviydi, kenarları altın şeritlerle işlenmişti. Gür, bembeyaz saçları sırtına iniyordu. Boynuna oturan geniş, deri bir fuların tam ortasında Zorian'ın resmi vardı. Elindeki gümüş, ince çubuğu öne doğru uzattı. Bizi manyetik alanın içindeyken dürtükledikleri çubuklara benziyordu. Ürkütücü mavi gözleri doğrudan üzerimize dikilmişti. “Cepheden mi geliyorsunuz?”

Oktar dimdik karşısında durdu: “Evet efendim, sivil taşıyıcılarız.”

“Ne taşıyorsunuz?”

Oktar bir an düşünür gibi oldu, çok kısa bir an… Hemen atıldım: “Kraliçenin kardeşi Şifacı Pamir'in malzemeye ihtiyacı var. Kraliçemizin de birkaç şeye… Özel… Anlarsınız sanırım.”

KEHANETHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin