Hayat bu kadar acıyken çayı da şekersiz içmek ne kadar mantıklı?
Ödevini yapmadığım derse girmek beni en çok geren şeylerden biridir. Öğretmen sınıfa girip selam verene kadar ödevini yapmamış olan öğrenciden rahatı yoktur belki ama öğretmenin ağzından ödev kelimesini duyduğu anda o öğrenci o an kendini en yakın pencereden aşağı atmak ister. Seul'ün, hatta belki de tüm Kore'nin (buna Kuzey kesimi hatta oranın başkanı da dahil) en katı, vicdansız, kalbi simsiyah olmuş ve muhtemelen akşamları notu elliden daha düşük olan öğrencileri bir odaya kapatıp gecenin sonuna kadar onlara işkence eden matematik öğretmeninin dersine, ödevimi yapmamış olarak giriyordum ve az sonra yaşanacakları kesinlikle önceden engelleyemezdim. Yani tamam, ödevimi yaparak engelleyebilirdim belki ama elimde kalmış olan yirmi bilmem kaç saniye içerisinde altı sayfa matematik ödevini nasıl bitirecektim ki?
Gerçekten de şanslı bir kişiydim zira bir kişi hariç sınıftaki herkes matematik ödevinden bir haberdi. Yani en azından yalnız değildim. Sınıf hatta okul birincisi, beyin loblarının ikisini birden en etkili şekilde kullanabilen ve yirmi birinci yüzyılın Einstein'ı olabilecek kadar zeki Lee Taeyong'tan başka kimse ödevini tam olarak bitirmemişti. Lee Taeyong en arka sırada, matematik kitabına bir şeyler karalıyordu ve uzun sayılabilecek bir süredir kendisine baktığımı fark etmeyecek kadar dalgın bir haldeydi. Bal rengi saçları değişik bir açıyla vuran güneşin altında parlıyordu ve Bayan Park ağzından alevler çıkarıyorduysa da dedikleri umrumda olmuyor, gözlerimi Lee Taeyong'un saçlarından ayıramıyordum.
"Osaki Hana, tahta bu tarafta." Tamam, belki de o kadar şanslı bir kişi değildim.
Utanç duygusu yanaklarıma hücum ettiği anda başımı Bayan Park'ın olduğu tarafa çevirdim ve lütfen beni öldürmeyin konulu bakışlarımı atmaya başladım. Bütün sınıf kıkır kıkır gülerken (muhtemelen benim Lee Taeyong'a nasıl baktığımı görmüşlerdi ve şu an o güzel akıllarından benim Lee Taeyong'a sırılsıklam aşık olduğum falan geçiyordu) ben Bayan Park'a yapacak mantıklı bir açıklama arıyordum. "Üzgünüm Bayan Park, bugün biraz dalgınım."
Dilimi eşek arısı soksaydı da bu cümleyi kurmamış olsaydım. "Çok haklısın, Osaki Hana. Japonya'da insanlar şu an sakura ağaçlarının altında sevdiği insanlarla birlikte fakat sen burada, matematik dersindesin."
Varan bir.
"Ben öyle demek..." Bayan Park sözümü keserek devam etti. "Beş şekerli çay kadar tatlı olan Lee Taeyong'tan gözlerini alamamanda da haklısın, yeni saçları ona kesinlikle çok yakışmış."
Bunu söyledikten sonra tüm sınıf arkasını dönüp Lee Taeyong'a baktı fakat bu Taeyong'un pek de umrunda değilmiş gibi görünüyordu. Ha ayrıca, varan iki.
"Son olarak... Dalgınlığını biraz olsun gidermek adına, size verdiğim ödevin cevaplarını söylemeye senden başlayalım."
Bingo.
Matematik dersini üç eksi ve rezil olmuş bir halde bitirdim ve kendimi Lee Taeyong'tan özür dilemeye hazırladım. Öğle arasında herkes yemek yemeye gitmişken ben sınıfta volta atıyordum. Ara sıra elimi ağzıma götürüp baş parmağımın tırnağını kemiriyordum fakat her seferinde bu hareketten üç milisaniye sonra vaz geçip diğer elimle az önce kemirdiğim elime vuruyordum. Kendi kendime yürüyor ve kara kara düşünüyorken sınıfın içine ne zaman girdiğini görmediğim bir sinek hiç durmadan vızlayarak kafamı karıştırmaya başladı, ben de haliyle onu başımdan savmaya çalıştım fakat sinek bu, durur mu? Başımdan asla ama asla ayrılmıyordu. Sınıfta ayağımı basmadığım metrekare kalmadı, sıralara çarpa çarpa tüm sınıfı dolaştım fakat sineği başımdan def edemedim.
En sonunda, sineği camdan dışarı çıkarabilmeyi başardığım an arkamdaki sıraya takılarak yere düştüm. Düşen tek şey ben değildiğim, çarptığım sıranın altından birkaç kitap ve masanın üstündeki iki kalem de düşmüştü. Aceleyle yere düşen eşyaları topladım ve masanın üstüne koymaya çalıştım fakat yere düşen kitapların tekinde yazan isim az öncesine kadar kafamda dönüp duran düşüncelere neden olan isimden başkası değildi. Lee Taeyong.
Çarptığım sıranın Lee Taeyong'un sırası olduğunu öğrendikten sonra sıranın hemen yanına bağdaş kurarak oturdum ve kitabı kucağıma koydum. Kitabın kapağı simsiyahtı, üstünde hiçbir şey yazmıyordu bu yüzden de kitabın bir ders kitabı olmadığından neredeyse emindim. Kitabın kapağını açtığımda ise kitabın bir şiir kitabı olduğunu fark ettim. Edgar Allan Poe : Tüm Şiirleri. Psikopatlık parayla olmadığından elbette ki gidip otuz yedinci sayfayı açtım ve oradaki şiire baktım. Bir Düşün İçinde Bir Düş. Arkaya doğru itmiş olduğum püskülü otuz altıncı ve otuz yedinci sayfaların arasına koydum ve şiirin fotoğrafını çekebilmek için cebimde duran telefonuma uzandım.
Telefonun flaş sesi şakladığı an sınıfın kapısı sesli bir şekilde çarptı ve telefonum da kapı kadar olmasa da sesli bir şekilde yere çarptığı sırada ben de kendimi yine yerde buldum. Lee Taeyong kapının önünde, kaşları çatık bir şekilde bana bakıyordu.
Tamam, rezil olduğumun farkındaydım. Hatta kaçıncı kez rezil olduğumu tam olarak kestiremiyordum bile. O an Lee Taeyong beni rencide edebilir, eşyalarını karıştırdığımı düşünerek beni yüksek mercilere şikâyet edebilir ya da en olmadı benimle dalga geçebilirdi. Fakat Taeyong hiçbirini yapmadı, elindeki çayı kaşık sürekli bardağa çarpacak şekilde karıştırarak yanıma doğru yürüdü ve bir kelime dahi etmedi. Yanıma geldiğinde çoktan ayağa kalkmıştım ve kitabı elime almış, ona doğru uzatmıştım. Ve kendimi saniyede on sekiz kelime etmeye hazırlamıştım.
"Ben çok özür dilerim, yani hem bugünkü matematik dersi için hem de az önce beni yakaladığın o şey için. Nasıl gözüktüğünü biliyorum fakat eşyalarını karıştırmıyordum sadece bir sinek vardı ve sineği kovalamak için-" Cümlemi tamamlayamadan nefesim kesildi.
Lee Taeyong hiçbir şey demeden kitabı elimden aldı ve sırasına oturdu, kitabı da sırasının altına geri koydu. Hiçbir şey olmamış gibi çayını karıştırmaya devam ediyordu. Ortamı yumuşatmak adına biraz saçmalamanın zararı olmayacağını düşündüm. "Demek çayı şekerli içiyorsun, ha? Bayan Park'ın dediği gibi beş şekerli falan mı içiyorsun yoksa? Mesela ben çayı şekersiz içerim fakat bu tabii ki de tartışmaya açık bir konu." Güldüm fakat o hâlâ gülmüyordu.
Çabalarımın bir sonuca varmayacağını fark etmiştim. "Her neyse, sonuç olarak özür dilerim. Sanırım artık yemek yiyebilirim." Arkamı dönüp yürümeye başlamıştım ki Lee Taeyong'un sesini duydum. "Todo lo que vemos o parecemos, es solo un sueño dentro de un sueño.*"
───
* (İsp.) Bütün gördüğümüz ve göründüğümüz, yalnızca bir düş içinde bir düş. (Edgar Allan Poe'nun Bir Düşün İçinde Bir Düş adlı şiirinden bir kısım.)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
sönen son ışık﹔ lty
Fanfiction" tamamlandı ✔️„ ⠀⠀⠀⠀⠀⠀hana 37 sayısına, taeyong ise edgar allan poe şiirlerine aşıktı. hana'nın en sevdiği hayvan kelebekti, taeyong ise ispanyolca bilirdi. hana her gece taeyong'un ışığını söndürmesini beklerdi, taeyong ise ışığını bir türlü sön...