yabancılar, popülerlik, okul ve diğer varoluşsal muammalar

3.8K 425 102
                                    

Eğer milliyetinizden farklı bir ülkede yaşıyorsanız o ülkenin yabancısısınızdır, öyle değil mi? Orada doğmuş olmanız veya o ülkenin bütün geleneklerini en az milliyeti oraya ait olan insanlar kadar iyi bilmeniz bir şey ifade etmez. Okuduğum okulda da işler böyle ilerliyordu. Adın Japon adı mı? Tebrikler, sen bir yabancısın. Peki neden insanlara sushi yapma dersi vermeyi veya her hafta farklı bir Japonya şehrini anlatmayı denemiyorsun? Hmm... Bir düşünelim. Belki de lanet olasıca on yedi tane yılı Japonya'da değil de Kore'de geçirdiğimdendir. Japon geni sadece babamdan geliyor, onun dışında Korelinin hasıyım diyebilirim. Diyebilirim, değil mi? Bence diyebilirim.

Ben her ne kadar yarı Koreli sayılsam da, okulda tepeden tırnağa, her gen parçası Japon olan biri vardı ki bu kişi benim birkaç aydır (tam sayıyı hatırlamıyorum, uzun zaman oldu işte) erkek arkadaşım olma görevini üstleniyordu. Fırtınadan önceki sessizliği yaşadığım sırada kantinde, bu has Japon erkeğiyle laflıyordum.

"İflah olmaz bir sakar olduğunun farkındasın, değil mi? Bu sakarlıkların hoşuma gitmiyor değil ama ya Lee Taeyong'un da hoşuna gitseydi? Seni o uyuz inekle paylaşamayacağımı biliyorsun." Uyuz inek. Nakamoto Yuta, nam-ı diğer benim erkek arkadaşım tam yerinde ispat yapmada benim insanlarla konuşmam kadar berbattı. Lee Taeyong uyuz bir inek olabilirdi ama benim çok sevgili adam gibi adam olan erkek arkadaşım gibi katıksız salak değildi.

"Benim kafatasının içinde beyin yerine tavuklu noodle olan sevgilim, sence o uyuz inek olarak nitelendirdiğin Lee Taeyong, yani okul birincisi ve gözü ders kitaplarından başka bir şeyi görmeyen bu çocuk sence benim salak davranışlarımı hoş bulur mu?" Başımı sağa doğru çevirirken sesimi biraz alçalttım. "Anca sen hoş bulursun zaten."

Nakamoto Yuta yakışıklıydı. Lanet olası bir yakışıklılığı vardı. Tam bir ünlü yakışıklılığı vardı, bu yüzden okulun da en popüler çocuklarından biriydi. Şey gibi düşünün, sadece yakışıklı olup hiçbir meziyeti olmayan ve hayatlarını sadece büyüklerden gizli sigara tüttürmeye adamış ve ergenliğinin zirvelerini yaşayan tiplemeler sadece yakışıklı oldukları için kızların (hatta bazen diğer erkeklerin; o kişilerle aynı mertebede belki de daha üst bir mertebede olduğunu iddia edip bu kişilere kafa tutma çabasına girerler) ilgisini çekerler ya, Yuta da aynen öyleydi. Okulun bütün kızları Yuta'nın peşinden, uzağa fırlatılmış köpek mamasını kapmaya çalışan küçük yavru köpekler gibi dilleri dışarıda Yuta'yı kovalıyordu. Ama Yuta seçimini yurttaşından yana seçmişti. (Arkada kısık sesle Japonya milli marşının çaldığını duyabilirsiniz.) Az önce milliyet ve ülkeler hakkında çektiğim nutuğu unutun, sonuçta ikimiz de Japon soy adına sahiptik ama Nakamoto Yuta ile çıkıyor oluşumun tek nedeni aynı ortak ataya sahip olmamız değildi; Yuta'ya resmen musallat olmuş olan bir kızı Yuta'nın başından savabilmek adına güçlerimizi birleştirmiş olmamızdı. Kulağa nasıl geldiğini biliyorum ama bana bu soruyu otuz yedi kez sorsanız, otuz yedisinde de bu cevabı verirdim. En başta saçma bir anlaşma olarak başlayan bu ilişkimsi olay, son zamanlarda Yuta'nın bana gerçekten aşık olmasıyla devam ediyordu.

"Sanırım bu çocuktan özür dilemek için İspanyolca konuşmam lazım. Lee Taeyong'un Koreli olduğuna yemin edebilirim fakat İngilizceyi de geçtim, neden bir insan o kadar konuşmanın üstüne İspanyolca cevap verir ki? Cümlenin İspanyolca olduğundan eminsin, değil mi?" Dirseğimle telefonuyla oynamakta olan Yuta'yı dürttüm, benimle ilgilenmeyi birkaç nanosaniye içerisinde bırakmıştı.
"İçinde sueño geçmiyor muydu? Sueño İspanyolcada rüya demek. Lee Taeyong'un Koreli İspanyolca aksanını duymak için beş bin won verirdim." Yuta kahkahalara boğuldu.

"İyi ki İspanyolca biliyorsun ya, bir daha sana soru sormayacağım." Gözlerimi devirdiğim sırada Yuta telefonunu masanın üzerine bıraktı. "Ama sevgilim, o zaman özür dilerimin İspanyolcasının lo siento olduğunu öğrenemezsin ki." Gülmeye devam ediyordu, bu da sinirlerimin bozulmasına yetmişti. İşte, Nakamoto Yuta böyleydi. Dünyanın en ciddi anlarında bile beş yaşındaki bir çocuk gibi davranırdı ve benim de ona bir tane yapıştırarak onu en yakın duvara sabitleyesim gelirdi.

Nakamoto Yuta ile ayrıldıktan birkaç saat sonra derslerim bitmiş ve boşluğa düşmüş bir halde, yurt odamda oturmuş film izliyordum. Finding Dory'yi izliyordum ki bu filmi yayınlandığından bu yana en az beş kere izlemiştim, en sevdiğin film ne diye sorsalar da Late Spring derim muhtemelen. Animasyon olarak da Spirited Away işte. Neden? Çünkü Japonum ve Japonların en sevdiği filmler Japon filmleridir. Studio Ghibli evimiz, Hayao Miyazaki de babamızdır. Yoksa katiyen Japon sayılmazsın, küçükken izlediğin üç yüze yakın Pokémon bölümünü de kimse umursamaz.

Yapmam gereken onca ödev, çalışmam gereken tonla sınav varken ben bir balığın yarınlar yokmuşcasına okyanusta ailesini arayışını izliyordum. Hava iyice kararmıştı ve oda arkadaşım daha gelmemişti. Filmi durdurup hava almak üzere camın önüne geçtim.

Okuduğum lise Kore'deki tek yatılı lise bile olabilirdi, adeta bir üniversiteyi andıran kocaman bir yurdu vardı. Bir blok kızlar bloğu, karşıdaki diğer blok ise erkekler bloğuydu. Erkekler bloğunda sadece bir ışık yanıyordu, hesaplayabildiğim kadarıyla dördüncü katta ve ortada olan odanın ışığıydı yanan bu ışık. Saçma sapan bir göz dalması yaşadığım sırada odanın içinde bir kıpırdanma oldu ve şahin gözlerimin görebildiği kadarıyla bu kişi (aman tanrım, gerçekten de çok şaşıracaksınız) Lee Taeyong idi. Yaklaşık üç senedir bu yatılı okulda okuyorduk ve ben ilk defa karşı yurtta kimlerin hangi odada kaldığı hakkında bir fikir sahibi olmuştum. Siftahımı günün talihlisi Lee Taeyong ile yapmam da gerçekten harika bir tesadüf değildi de neydi acaba? Lee Taeyong kitap okuyordu sanırım, zira kafası önüne eğik bir şekilde oturuyordu ve çalışma masasının önündeki şeyin kağıtlarını periyodik olarak çeviriyordu. Onu izlemenin dünyanın en sıkıcı işlerinden biri olacağını bildiğimden bu akşam aktivitemi yarıda bıraktım ve filmimin başına geri döndüm.

Saat 21:46

Karşı yurttaki neredeyse her odanın ışığı yanıyordu, Lee Taeyong'un ışığı dahil.

Saat 00:13

Karşı yurtta sadece Lee Taeyong'un odasının ışığı yanıyordu fakat Taeyong'u içeride göremiyordum.

Benim o saatte ne yaptığımı soracak olursanız, eksi cennetime bir yenisi eklenmesin diye Bayan Park'ın verdiği yaklaşık dört sayfa ödevin ilk sayfasını yapmaya çalışıyordum. Fakat sadece çalışıyordum, pek bir icraat yoktu ortada.

Her neyse, ben o gece bir sularında pes ettim fakat pencerenin kenarındaki koltuktan ayrıldığımda Lee Taeyong'un ışığı hâlâ yanıyordu. Rüyamda Nakamoto Yuta ile Maldivlere gideceğimi görmeye yemin ederek uyumak üzere yatağıma geçtim. Oda arkadaşım vizyonsuz olduğumun altını çizse de bu kesinlikle umrumda değildi; Maldivler harika bir yerdi.

sönen son ışık﹔ ltyHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin