Edward Lorenz, hava durumuyla ilgili yaptığı hesaplamalar sonucunda yanılmamıştı. Belki de birçok kişi onun bulduğu bu şeyden etkilenmesine rağmen Lorenz'in buluşunun adını dahi bilmiyordu fakat ben bu buluşu fırtınalı bir gecede sadece ince bir tişört ile dışarı çıkmış, savrulmaya hazır küçük bir çocuk gibi savunmasız ve belalı bir şekilde tecrübe etmiştim.
Nakamoto Yuta ile birlikte olduğumuz günden beri gerçekleştirdiğimiz ilk kavgaya kadar kelebek sadece en sevdiğim hayvanlar kategorisindeki omurgasız bir hayvandı. Aramızda geçen bu küçük kavganın, birbirini tetikleyen olaylar silsilesinin başlangıcı olacağından gerçekten habersizdim.
Lee Taeyong'a ve tüm sınıfa rezil olduğum günün ertesi günü matematik dersinden yarım artıyla kurtulmuş bir vaziyette Nakamoto Yuta'nın bizim sınıfa gelmesini bekliyordum. Bana İspanyolca sözlüğünü getirecekti. Tamam, Lee Taeyong'tan özür dilemekte ısrarcı davranmam sinir bozucu gözüküyor olabilirdi fakat ben de pek normal bir insan sayılmazdım. Yüksek derecedeki paronayaklığım ve içimdeki bir şeyleri kanıtlama hissi beni yiyip bitiriyordu ve ben de ona İspanyolca ile savaş açacaktım.
Nakamoto Yuta uzun bekleyişimi sonlandırarak sınıfa adımlarını attı. "Neredeydin bu saate kadar? Teneffüs bitti bitecek ve ben daha işemeye bile gitmedim."
"Geldim işte." Elindeki sözlüğü uzattı. "Şimdi işemeye gidebilirsin."
Yerimden kalktığım anda beni belimden tutarak kendine doğru çekti. "Bana bir öpücük verdikten sonra tabii."
Ona cevap bile vermeden kolunu ittim ve sözlüğü sıramın üstüne koyarak tuvalete koştum. Dışarıdan bakılınca asi, sorumsuz ve hiçbir şey umrunda olmayan bir tip gibi görünebilirim ama gerçekten eğer Nakamoto Yuta'ya sıfır, Lee Taeyong'a da bir dersek ben akıl olarak bire daha yakın bir insanımdır. Öyle insanların içinde (hele ki bizimki gibi dedikoducu bir sınıfta) ondan bir öpücük almayacak kadar bilinçli biriyim. Tamam, buraya kadar her şey normaldi. Şimdi zamanı biraz ileriye sarıp öğle arasına gidelim. Lee Taeyong ile sınıfta yalnız kaldığımız öğle arasına. Yine.
"Hmm, şey... Hola, buenos días. ¿Cómo estás? Muy bien.*"
——
* (İsp.) Merhaba, günaydın. Nasılsın? Çok iyiyim.Lee Taeyong başını kitabından kaldırarak bana meraklı bir bakış attı. Sonra bakışlarını tekrar kitabına çevirerek, "Buenos días diyemezsin. Şu an öğle arasında olduğumuz için buenos tardes* demelisin. Ha ayrıca, no estoy muy bien, estoy mal**."
——
* (İsp.) İyi öğlenler.
** (İsp.) Çok iyi değilim, kötüyüm.Sözlükten daha iyi bilen birisi duruyordu karşımda, savaşı kaybetmem an meselesiydi. Gerçi sözlüğe de güvenemezdim zira sözlük Yuta'nındı. Ve kesinlikle kendi hatam olma olasılığını aklıma getirmek istemiyordum. Niye? Çünkü ben İspanyolca profesörüyüm. Dediklerine sözlükten baktım ve ben de ona söyleyebileceğim bir şey bulmaya çalıştım.
Fakat ben sözlüğün ikinci sayfasına geçemeden Lee Taeyong başka bir şey söyledi. "¿Tienes novio?*"
——
* (İsp.) Erkek arkadaşın var mı?"Novio yeni mi demekti? Yeni bir şey soruyorsun sanırım, bir saniye tienes'e bakacağım. Tienes bir fiil mi?" Kafa karışıklığım hat safhaya çıktığı sırada Taeyong bana cevap verdi.
"Boş versene." Ve yerinden kalkıp yavaş adımlarla sınıftan çıktı. Ben bu davranışlarına anlam veremezken (Yani insan bir soru sorduğunda o sorunun cevabını merak eder, öyle değil mi? Daha soruyu anlamaya çalışıyordum, birazcık beklese söyleyecektim aldığım en yeni şeyi. Gerçi bunu neden merak ediyordu, cidden bilmiyordum.) sırasının üstünde duran ve benimle konuşurken (daha doğrusu konuşamazken) ilgilenip durduğu kitabın dünkü şiir kitabı olduğunu fark ettim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
sönen son ışık﹔ lty
Fanfiction" tamamlandı ✔️„ ⠀⠀⠀⠀⠀⠀hana 37 sayısına, taeyong ise edgar allan poe şiirlerine aşıktı. hana'nın en sevdiği hayvan kelebekti, taeyong ise ispanyolca bilirdi. hana her gece taeyong'un ışığını söndürmesini beklerdi, taeyong ise ışığını bir türlü sön...