Kütüphane istemediğim kadar sessizdi ve başım da istemediğim kadar çok ağrıyordu. Dün yaşadıklarımdan sonra vücudumda meydana gelen ağrılar başıma da vurmuştu anlaşılan, sabahtan beri üç tane ağrı kesici almama rağmen vücudumdaki hiçbir ağrıda herhangi bir azalma meydana gelmemişti ve benim sinir katsayım da giderek yükseliyordu.
Aslında sinir katsayımın yükselmesindeki asıl olay vücudumdaki ağrılar değildi. Dünü düşünürsek, ağrıların sebebi dün yaşadığım olaylar da değildi. Bunun tek sebebi yarınki matematik sınavıydı. Bu yüzden derslerim biter bitmez soluğu kütüphanede almış ve matematik kitabıyla aşk yaşamaya başlamıştım bile.
Aşk demişken, dün yaşananlar hakkında Kraliçe Elizabeth dahil birçok kişinin aklında çok büyük soru işaretleri olduğundan eminim zira aynı soru işaretlerinden benim aklımda da var fakat dünkü olaylarla ilgili herhangi bir açıklama yapabileceğimi sanmıyorum, en azından mantık çerçevesi içinde bir açıklama. Yani, yok. Lee Taeyong'a erkek arkadaşım olmadığını söyleyerek bir nevi onun duygularını kabul etmemin, birkaç psikopat zorba tarafından dövülmemin ve eski erkek arkadaşımı şak diye terk etmemin mantıklı hiçbir açıklaması yok.
Lee Taeyong'u seviyor muyum?
Hayır.
Peki bu duygularım değişebilir mi?
Her an.
Yaklaşık bir buçuk saattir önümde açık şekilde bekleyen matematik kitabının sayfasını çevirdim ve örnek soru çözmeye başladım.
Aralarında 800 km uzaklık bulunan iki şehirden aynı anda saatteki hızları 70 km ve 90 km olan iki araç birbirine doğru hareket ediyorlar. Bu iki araç kaç saat sonra karşılaşırlar?
Bu iki araçta Yuta ve Taeyong olsa, araçların karşılaşmaları için gerekli süre bir saniye olurdu muhtemelen. Nakamoto Yuta gazı kökler ve arabayı Lee Taeyong'un üstüne sürerek onu, terlikle minik bir böcek öldürüyormuşcasına öldürürdü. Yuta'nın bu deli cesareti beni bazen korkutuyordu, evet ama beni bundan daha çok korkutan bir şey vardı; Lee Taeyong'un hâlâ daha çözemediğim iç dünyası. Yani, tabii ki şu an için onun hakkında hiçbir şey bilmemem gayet normaldi çünkü çok az konuşmuştuk ve konuştuğumuz şeylerin yarısı İspanyolca idi. Yine de onun hakkında diğer insanlar kadar (belki de birazcık daha fazla) şey biliyor olmam beni tedirgin ediyordu.
Otuz yedi tane soru çözdükten sonra matematik kitabını kapattım ve sandalyenin arkasına yaslandım. Çantamdan su şişemi çıkarıp şişeyi yarısına kadar bitirdim ve ardından toplanmaya koyuldum. Otuz yedi soru yarınki sınav için yeter de artardı bile. Kütüphaneden çıktım ve yorgun bir şekilde yurda doğru yürümeye koyuldum.
Bugün her zamankinden daha fazla yorulduğumu hissediyordum. Yarınki matematik sınavı beni hem psikolojik hem de fiziksel olarak derinden etkilemişti ve sınavdan alacağım puanın Bayan Park'ın beni uğratacağı psikolojik tramvalarla doğru orantı göstereceği kaygısı korkudan ölecek kıvama gelmeme neden oluyordu.
Hava ise bu akşam her zamankinden biraz daha soğuktu, hırkamı çekiştirdiğim sırada kulağımdan düşen kulaklığı yakaladığım gibi kulağıma geri yerleştirdim zira Italian Concerto'nun bir saniyesini bile kaçırmak istemiyordum. O an için bu yorgun bedenimi ayakta tutabilecek tek şey Bach'ın notalarıydı. Allegrolar kulağımda cirit atarken Bach'ı düşündüm; onun hakkında müziğinden başka hiçbir şey bilmediğimi fark ettim. Acaba Bach da benimki gibi bir matematik öğretmenine sahip miydi veya matematik derslerinden benim korktuğum kadar korkuyor muydu? Ya da hayatındaki olayları, mesela notalarını analitik olarak düşünüp matematikle bağdaştırır mıydı?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
sönen son ışık﹔ lty
Fanfiction" tamamlandı ✔️„ ⠀⠀⠀⠀⠀⠀hana 37 sayısına, taeyong ise edgar allan poe şiirlerine aşıktı. hana'nın en sevdiği hayvan kelebekti, taeyong ise ispanyolca bilirdi. hana her gece taeyong'un ışığını söndürmesini beklerdi, taeyong ise ışığını bir türlü sön...