babam böyle pasta yapmayı nereden öğrendi?

2.7K 366 134
                                    

İnsanoğlunun en meraklı olduğu zamanlarının bebeklik ve çocukluk zamanları olduğunu düşünürüm. Çünkü düşünsenize, daha küçük bir çocuksunuz, hayatla ilgili pek az şeyle karşılaşmışsınız ve haliyle hayatınızda ilk defa karşılaştığınız her şeyin ne olduğunu, nasıl kullanıldığını merak ediyorsunuz. İnsanlar masaya neden masa diyor? Neden elma yemek yararlı ama çiçek saksısının dibindeki toprağı yiyemiyoruz? İnsanların yaşı ile de merak ettiği şeylerin sayısı ters bir korelasyonla ilerliyordu. Yaşımız büyüdükçe, daha çok şeyi tecrübe etmiş oluyorduk ve artık neden masaya masa denildiğini merak etmiyor (belki de sadece sorgulamıyorduk, masanın masa olduğunu belli bir yaştan sonra kabullenmiştik) veyahut artık saksı toprağı yemememiz gerektiğini biliyorduk. Merak, sorgulama eylemi ve yaşın ilişkisini bozan kişi ise yanımda oturuyor, sorduğu sorularla alnımdan ter akıtmaya çalışıyordu resmen. Nakamoto Yuta, beş yaşındaki bir çocuk gibi meraklı bir halde bana aklındaki tüm soruları sormaya yemin etmiş gibiydi.

Yanına oturduğum anda sanki buraya geleceğimi biliyormuş gibi anında başını kaldırıp bana baktı, göz göze geldik. "Dün gece çok kötü bir rüya gördüm. Hatta rüya da değil, resmen bir kâbustu." Ona cevabımı meraklı bakışlarımla verdim.
"Rüyamda, yani kâbusumda benden ayrılıyordun."

Nakamoto Yuta rüya veya kâbus görmemişti, bunları gerçek hayatta tecrübe etmişti. Dün gece ondan ayrılmıştım. Yani, resmi olarak hâlâ ayrılmamıştık fakat burada bulunmamın nedeni bu işe bir nokta koymak istememden başka bir şey değildi. "Bunun bir rüya olmadığını biliyorsun, Yuta. Dün gece seni sevmediğimi söyledim."

"Ama neden? Bunu bana neden yapıyorsun? Uzun zamandır birlikteyiz, Hana. Bunun böyle bitmesine izin mi vereceksin?" Yuta'nın sonu gelmeyecek gibi gözüken soruları başlıyordu. Başımla onayladım, bunun böyle bitmesine izin verecektim.

Yuta ise devam etti. "Senin farklı olduğunu sanmıştım." Hiç de farklı değildim.

"Diğerleri beni hep popülerliğim için kullanmaya çalıştı, fakat ben seni sevdim, senin sevginin gerçek olduğunu biliyordum." Bu konuda çok ama çok yanılıyordu.

"Bundan nasıl emin olabiliyorsun? Belki ben de seni popülerliğin için kullandım, bunu hiç düşünmüyor musun? Ben diğerlerinden farklı değildim. Şu an senden ayrılmaya çalıştığım için kaç kez neden diye sordun fakat birlikte olduğumuz zamanlarda bir kere bile bana neden seninle birlikte olduğumu sordun mu? Gerçek bu; seni kullandım, Yuta. Popüler olduğun için seninle birlikte oldum. Seni sevmiyorum ve hiçbir zaman da sevmedim." Derin bir nefes aldıktan sonra devam ettim zira tüm bu sözleri tek nefeste sarf etmiştim. "Sırf seni o kızdan kurtarmak için seninle bir oyun oynadım fakat sen bana gerçekten aşık oldun. Bunun sorumlusu ben değilim."

Yuta'nın üzülmesini, bağırıp çağırmasını veya en olmadı o olmayan beyni ile bana bir şeyler kanıtlamaya çalışmasını bekliyordum ki Nakamoto Yuta beklemediğim bir hareketle aniden elimi tuttu ve beni kendine doğru çekti. Öğleden sonraki dersin çoktan başlamış olmasını fırsat bilen Yuta bahçenin ortasındaki bir bankta beni kendine çok yakın bir mesafede tutabiliyor, kimsenin bizi görmeyeceğinden emin bir şekilde davranıyordu.

Sakinliğini koruyarak konuşmaya başladı. "Neden benimle birlikte oldun?"

Cevabım basitti, gerçekten çok basitti. Yuta'nın anlayabileceği kadar basitti, çünkü sorduğu soru Fizik sınavında çıksa benim yapabileceğim bir soru kadar basitti. "Çünkü yalnızdım."

"Bak," dedim ve ona her şeyi en baştan, dünyanın en laftan anlamaz insanına laf anlatmaya çalışır şekilde anlatmaya başladım. Tuttuğu elimi çoktan bırakmıştı, bahçenin boşluğunu fırsat bilen rüzgâr bize doğru eserek saçlarımı Yuta'nın yüzüne doğru savuruyordu. "Okula ilk geldiğimde kimseyle arkadaş olmayan, kendi başına takılan ve yarı Japon olduğu için dışlanan Hana'yı hatırlıyor musun? Ben görünmezdim, Yuta. Kimse adımı dahi bilmezdi, gerçi şu anda da herkes adımı Nakamoto Yuta'nın sevgilisi olarak biliyor ama konumuz bu değil. Yine de biliniyorum, tanınıyorum. Anlıyor musun beni? Ben Japon gelenekleriyle yetiştirildim. Kendimi ne kadar Koreli hissettirmeye çalıştıysam da babam buna izin vermedi. Saçma sapan kulaktan dolma efsanelerle büyütülmüş biriydim ve lanet olasıca iki yılın sonunda ben artık okulda bir birey olmuştum. Senin sayende. Tamam, seni hiçbir zaman sevmediğimi söylersem yalan söylemiş olurum fakat ne bileyim... Her ne kadar birkaç tahtan eksik olsa da sen iyi birisin, Yuta. Fakat benim dünyamda o kadar fazla gökkuşağı yok."

Yuta'nın yutkunması kulaklarımda yankılandı. "Sen benim ilk sevgilimdin."

"Sen benim değildin. Ben... Ben gerçekten üzgünüm. Daha iyi birini bulacaksın, sana inanıyorum." Saçlarımı zar zor kulaklarımın arkasına yerleştirdim ve ayağa kalktım. Fakat Yuta'nın soruları daha bitmemişe benziyordu zira beni tekrar elimden yakalayıp bakışlarımı gözlerine sabitlememi sağladı. "Sorun Lee Taeyong mu? Lee Taeyong'u mu seviyorsun? Seni İspanyolca ile mi tavladı? Yo puedo hablar español tambien...*"
——
* (İsp.) Ben de İspanyolca konuşabiliyorum.

Sorun elbette ki o şiir aşığı, İspanyolca profesörü ve bundan yaklaşık yarım saat önce benden hoşlandığını itiraf etmiş Lee Taeyong değildi, olamazdı da. Sorun çok başka, bambaşka bir şeydi. Sorunun ne olduğunu nokta atışı yapamıyordum çünkü aslında sorun üst üste birikmiş birçok şeyden oluşuyordu. Bu aynı şeye benziyordu; küçük bir çocuğun sorduğu bir sürü soru ile en sonunda annesini çıldırtmasına. Ama arada önemli bir fark vardı; ben karşımdaki küçük çocuğa "Yeter, soru sorma artık!" diye bağıramıyordum.

"Lee Taeyong'un bu konuyla hiçbir ilgisi yok." Yuta ellerini birleştirdi ve bacağının üstüne koydu. Pes etmiş gibi duruyordu, mağlup bakışları resmen beni esir almıştı. "Özür dilerim." dedi kısık bir sesle. "Bir daha seni rahatsız etmeyeceğim."

Ona, teşekkür ettiğimi ima eden bir bakış attıktan sonra binanın içine doğru yürümeye başladım. Dersin bitmesine daha vardı, bu yüzden sınıfın kapısının önünde dolanıp durdum. Yuta'nın ben gittikten sonra ne yaptığı hakkında bir fikrim yoktu fakat sınıfların olduğu koridora daha gelmemişti. Sınıfın kapısının camından görebildiğim kadarıyla dünyanın en sevimsiz konularından biri olan kuvvet ve hareket konusunu işliyorlardı. Ders bitiminde Bay Song'a görünmeden hemen sınıfa sıvışmalı, rastgele birinden de ödevi öğrenmeliydim.

Zil çaldığında öyle de yaptım. Bay Song beni sınıfa girerken fark etmedi, ödevleri Nam Minji'den aldım ve sakin bir tavırla, hiçbir şey olmamış gibi sırama geçtim. Diğer dersin başlamasına birkaç dakika kala dersin kitabını sıra altımdan çıkardım ve kitabın üstüne yapıştırılmış, pembe renkli bir kağıtla burun buruna geldim.

¿Tienes novio?*
——
* (İsp.) Erkek arkadaşın var mı?

sönen son ışık﹔ ltyHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin