Birkaç dakika içinde elimde yemek kutusuyla dövmecinin koyu kahverengi, yarısına kadar cam olan ahşap kapısının merdivenlerinin önünde dikiliyordum. Basamakları çıkacak, içeriye girecek ve Yukhei'yi bulup tek kelime etmeden kutuyu verip geri dönecektim.
Böyle olmasını umuyordum, tabii ki bu kadar basit olacağını sanmıyordum ama sadece umuyordum işte.
Şapkamı ve eldivenlerimi çıkartıp dükkanda bırakmıştım. Saçlarımı geriye atıp derin bir nefes aldım. Duyan da 3. Dünya Savaşı'nda cepheye savaşa gidiyorum sanacaktı, üzerimde öyle bir gerginlik vardı. Fakat siz de size durduk yere iltifat eden, zengin bir Eyfel kulesinin yanına gitmek zorunda olduğunuzu duysanız, eminim siz de gerilirdiniz.
Basamakları çıkıp kapıyı ittirerek açtım ve içeriye adımladım. Kapı arkamdan kapanırken üzerindeki zil şıngırdadı.
İçerisini size biraz anlatayayım. Koyu renk duvar kağıtlarıyla çevrili duvarlara asılı sarı led ışıklar, 90'lardan kalma rock gruplarının çerçevetilmiş posterleri, ünlülerin vurada çekilmiş birkaç fotoğrafı ve aynalar vardı. Yerler parke zemindi ve koyu griydi. Tavan tamamen siyaha boyanmıştı ve içe göçük beyaz spot ışıklar her yeri aydınlatıyordu. Kenarda gri bir masa duruyordu, o masanın kasa olarak kullanıldığını üzerine sprey boyayla yazılmış PARALAR BURAYA yazısından anlamıştım tabii ki. Arkasında oturan ve kulağında kulaklık olan bir çocuk telefonuyla oynuyordu. Girişte, yani durduğum yerde siyah deri koltuklar ve yanlarında duran benim boyumdan daha uzun hoparlörler vardı. Çalan rock şarkılarının kaynağı belli olmuştu.
Çocuk sonunda beni fark ettiğinde kulaklığının tekini çıkarıp gülümsedi ve sesini duyurabilmek için müziğin sesini kıstı. "Selam."
"Hey," dedim ve ben de hafifçe gülümsedim. Yaka kartında yazan ismine baktım. Jungwoo. "Yukhei nerede?"
"İçeride," dedi Jungwoo tel tel perdeli kapının ardındaki odayı işaret edip. Başımı salladım ve kucağımdaki dikdörtgen, metal yemek kutusuna sarılarak oraya ilerledim.
Tel perdelerden geçince burada farklı müziğin çaldığını anladım. (Şarkıyı biliyordum, Fall Out Boy'dan Thanks Fot The Memories.) Odaya girdiğinizde sağ tarafınızda boyalar ile aletler dolu masayı ve sağ duvarın tamamının balkona açıldığını görüyordunuz. Oda sola doğru genişliyordu ve başka kapılar vardı. Duvarlar giriştekiyle aynıydı ama burada daha çok şeyler asılıydı. Elektro gitar ve sahte güller de duvarı süsleyen şeylerdi. Yerde sahte olduğunu umduğum kaplan postu şeklinde halı vardı. Ayrıca kocaman bir televizyon, iki bilgisayar, yüksek tavandan aşağı sarkan silindir şeklinde sarı lambalar vardı. Tam karşımda ise dişçi koltuğuna benzer siyah, deri bir koltuk vardı. Üzerinde oturan kişi kolunu uzatmış yanındaki dövmeci dövmesini çizerken kolunu izliyordu.
Yanındaki dövmeci tabii ki Yukhei'ydi. O da tekerlekli bir tabureye oturmuş, yanındaki tekerlekli masadan malzemeler seçip çocuğun koluna eğilerek siyah eldivenli elindeki iğneli aletle koluna bastırıyordu.
Üzerinde kolsuz siyah, Fall Out Boy baskılı tişörtü, siyah postalları ve koyu gri yırtık kotu vardı. Kulağında metal küpeleri her zamanki gibi takılıydı. Kafasını çalan müziğe göre hafifçe sallarken karamel rengine kacan saçları gözünün önüne düşüyordu. Kalın dudakları aralıktı ve arada bir alt dudağını ağzının içine yuvarlayıp ısırıyordu.
Yukhei'yi birçok kez görmeme rağmen daha önce hiç boynunun ensesine doğru olan kısmını görmemiştim ve şimdi fark ettiğim bir dövmesi vardı. Yakası kaymış kolsuz tişörtünün sakladığı alevlerle çevrelenmiş bir at dövmesiydi ve ensesindeki saçlarının arasına kadar uzanıyordu. Bir dövmecinin dövmesinin olmaması garip olurdu zaten, ama bu dövme Yukhei'ye gerçekten tam oturmuş gibiydi. Kolay görülebilecek bir yerde olmaması da o dövmeyi daha özel yapıyordu. Görünebilen bir yerde olan dövmeyi bir süre sonra önemsemezdiniz ama böyle saklanmış bir dövmeyi görseniz, her gördüğünüzde bakmak isterdiniz.
"Hey." Koltukta oturan kırmızımsı boyalı saçlı, hafif kavrulmuş tenli çocuk beni fark ettiğinde son ses müzikte şarkıyı mırıldanan Yukhei'ye seslendi. Yukhei önce ona, sonra bana döndü ve göz göze gelir gelmez 32 diş gülümsedi.
Dürüst olacağım, Yukhei çok yakışıklıydı ve çok güzel gülüyordu.
Başını çevirip bana hiçbir şey demeden dövmeyi yapmaya devam etti. Eğilişi, odaklanırken kıstığı gözleri, her hareketinde kasılan kol kasları. Yukhei tam bir afetti ve ben her gördüğümde bunu daha çok fark ediyordum.
Birkaç dakika sonra, ben onu izlemeye devam ederken oturuşunu dikleştirdi, aleti ve eldivenlerini tekerlekli metal masaya bırakıp kenardan aldığı bezle çocuğun kolunu sildi ve omzuna iki kere vurdu. "Tamamdır Donghyuck."
Donghyuck oturduğu yerden doğruldu ve koluna sırıtarak baktı. Buradan görebildiğim kadarıyla bir akrep dövmesiydi. Gerçekten güzeldi.
Yukhei ayağa kalkıp masayı kenara çekerken Donghyuck ceketini ve telefonunu alıp yanımdaki kapıdan dışarıya çıktı. Onunla baş başa kalmıştım.
Yukhei kalçasını balkonun önündeki ahşap masaya yaslayıp kollarını göğsünde birleştirdi ve bu hareketiyle kol kasları daha çok gerildi. Nedensizce istese beni 2 saniyede öldürebileceğini fark ettim, ben çok çelimsizdim ve o da kaslıydı. Ölmek 2 saniyemi alırdı.
"Büyük annem bunu vermemi söyledi," diye girdim konuya. Yukhei gülümsedi. "Park teyze her zamanki gibi tatlı desene?"
"Öyle." Omuzlarımı silkip kutuyu dövme koltuğunun üzerine bıraktım ve ellerimi arka ceplerime koyup geri geri adımladım. "Ben gidiyim. Sana afiyet olsu-"
"Yah! Nereye?" Birden yaslandığı yerden kalkıp siyah ceketini, yemek kutusunu ve anahtarlarını aldı. Yanıma gelip elini tutmam için uzattığında birden bire hareketlenmesi üzerine şaşkındım. Elini tutmam için salladığında ve hâlâ tutmadığımda kahverengi gözlerini devirip sol elimi kocaman eliyle kavradı ve beni odadan dışarıya çıkardı. Ağzımı açıp konuşmaya yeltendim.
"Yukhei-"
"Jungwoo! Ben gidiyorum. Diğerlerini halledersin artık." Jongwoo bize bakmadan baş parmağını kaldırarak onayladığında Yukhei beni götürüyordu.
El ele basamaklardan inerken beni dükkanın yanındaki ara sokağa götürdü ve örtüyle örtülmüş motorunun önunde durdurdu. Elimi bırakıp örtüyü hızla çekerek yere attı. Harley Davidson tek bir çizik bile olmadan karşımızda duruyordu.
Yukhei koltuğun altını açıp kaskı çıkardı ve yemek kutusunu oraya bırakıp koltuğu indirdi. Bana döndü ve tam önüme gelip yüzüme doğru hafifçe eğildi. Midemde mide bulandırıcı his oluşurkan kalbim birden hızla attı. Refleks olarak kalın, bordoya kaçan dudaklarına baktığımda sırıttı. O da benim dudaklarıma kısa bir an baktı ve elindeki kaskı birden kafama geçirdi.
Tabii ya, kaskı takmak için eğilmişti.
"Neden kask takıyorum?"
O motora binerken ve motoru çalıştırırken bana döndü. "Kahvaltı yapmayacak mıyız?"
"Yapacak mıyız? Ben de mi?"
Yukhei tişörtümün önünü uzanıp tuttu ve beni motoro doğru çekti. "Bin şuraya."
Arkasına bindiğimde Yukhei'ye daha önce hiç bu kadar yakın olmadığımı fark etmiştim. Tam önümdeydi, sırtına neredeyse temas ediyordum ve boynuyla ensesindeki dövmeyi buradan o kadar net görüyordum ki dokunmak istedim.
Yukhei birden arkasını döndü ve bana baktı. Gülümseyerek bakınca ben de gülümsedim. "Ne oldu?"
Uzanıp çenemin altındaki kemeri taktı. Parmakları kısa bir süreliğine çenemde durdu, sonra çekip tekrar önüne döndü. "Sıkı tutunsan iyi edersin!"
Gaza bastığında beline tutunmak zorunda kaldım. Ama dürüst olayım, halimden memnundum.
***
Hikayeyi azıcık gerçekçi yapmaya çalışıyorum, kız da Yukhei'den etkileniyor (çünkü lütfen, çocuk meteor gibi) Yukhei de kızdan etkileniyor.
Günde iki bölüm attım, belki üç yaparım belli mi olur? :)
Ayrıca Yukhei'nin dövmesi Balaccie 'nin fikriydi, hatta kapakta bile var o kadar güzel ki. ♡ Neyse ki düşünmüş.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Florist And Tattoo Artist
Fanfiction• Yukhei, serseri bir dövmeci. SeoNeul ise onun karşısında çalışan bir çiçekçi. ❝ Hâlâ Green Day tişörtleri giyen serseri bir dövmecinin çiçeklerime attığı lafları zerre kadar umursamıyorum, Wong Yukhei. ❞ © dububaoziㅣwong yukhei [lucas nct] ▪s...