Hafta sonuna yaklaşırken hafif serin bir güne uyanmıştım. Dün gece benzin istasyonunda mesaim yoktu o yüzden uykum da yoktu. Kalkıp üzerime lacivert dar kotumu, The Beatles baskılı siyah, büyük beden tişörtümü giydim ve uçlarını pantolonumun içine soktum. Ayaklarıma beyaz NIKE sporlarımı giyip üzerime kısa krem rengi yağmurluğumu geçirdim. Annemin eski çapraz asmalı çantasını alıp içine telefonumu, cüzdanımı, anahtarlarımı, bir okuma kitabını, kulaklığımı ve okuma gözlüklerimi koydum. Saçımı tarayıp salık bıraktım. Dişlerimi fırçalayıp mutfaktan büyük annemi uyandırmadan bir dilim ekmek alarak dışarıya çıktım ve kapıyı kapadım. Beyaz bisikletime atlayıp kulaklıklarımı taktım ve Spotify'dan şarkılar dinlemeye başladım. Hayley Kiyoko, Ed Sheeran, Declan MCkenna, Mac Demarco, Shawn Mendes...
10 dakika kadar sonra dükkanımın önüne geldim. Çitin kapısını tam açacakken sağ tarafımdan gelen bangır bangır çalan rock şarkısıyla irkildim. Az kalsın elimdeki telefonu düşürüyordum. "Şu çocuk cidden..." Söylene söylene içeriye girdim ve dükkanımın yanındaki dar boşluğa sürüp bisikletimi oraya bıraktım. Ardından dükkanıma doğru yürüyüp anahtarlarımla kapının kilidini açtım. Cam kapıları sonuna kadar açıp içeriye hava dolmasını sağlarken burnuma çiçeklerin güzel kokuları geldi, gülümsedim; içeriye girip eşyalarımı bıraktım, ardından hiç beklemeden elime çiçeklerimi sulamak için sulağı aldım.
Önce içerideki saksıları suladım. Üzerimdeki yağmurluğu çıkarıp bahçeye adım attığımda gökyüzüne bakıp elimdeki sulağı bırakarak gerindim. Rüzgar saçlarımı geriye atarken bembeyaz bulutlar mavi gökyüzünde ilerliyordu. Güneş sabahın 10'u olmasına rağmen ışıl ışıldı. Kuşlar cıvıldıyordu. Burnuma çiçeklerin tatlı kokuları dolarken hafifçe gülümsedim.
Her şey harikayd-"ROCK AND ROLL BABYYYY!!!! VUHUUU!!" Solumdaki dövmeciden gelen son ses yeni bir rock müziğiyle tüm düşüncelerim uçup uzaklaştı.
"Offf!" Hışımla sulağı yerden aldım ve beyaz çitlerin kenarında sıralanmış uzun beyaz saksılara ilerledim. Anlaşılan bugün geçmeyecekti.
İki saate kadar sulama işlerim ve bakım olayı bitmişti. 3 müşteri boş elle gelip dolu ellerle dönmüştü. Arka odadan krem rengi, yuvarlak hasır şapkamı alıp kafama taktım ve ipini çenemin altına geçirip fiyonk şeklinde bağladım. Elime beyaz eldivenlerimi takıp yeni saksımı kolumun altına geçirdim. Dolaptan mineralli toprağı ve tohumları alarak bahçeme ilerlerken hâlâ rock şarkıları çalıyordu.
Radyomu da yanıma alıp güneş için şemsiyesi olan yuvarlak krem rengi masama malzemeleri bıraktım. Kürekle toprağı eşelemeye başlamadan önce radyoyu açtım.
Hafif hafif esen rüzgarla çalışmaya başladım. Masadan malzemelerimi alıp çimenlerin arasına oturarak toprağı saksıya dolduruyordum. Radyodan açtığım sakin müzik çalıyor ve kapının üstünde asılı olan ziller rüzgarın her hareketinde şıngırdıyordu. Dudaklarım ben farkında olmadan yukarıya kıvrıldı. Mutluydum.
Arka cebimdeki telefon titremeye başladığında tohumları ekiyordum. Hemen sol elimdeki eldiveni çıkarıp telefonu omzum ile kulağım arasına sıkıştırarak işime devam ederken konuştum. "Efendim büyük annelerin en güzeli?"
"Kontrole geliyorum. Ters giden bir şey görürsem bir hafta para alamazsın."
Söylemiş miydim, büyük annem sert ve konuya direk girmeyi seven bir kadındı. Yine de o kadar tatlıydı ki kucağıma otutturup sevesim geliyordu. Bana çok iyi annelik yapan bir büyük annem vardı.
"Tamam, merak etme ters giden hiçbir şey yok."
"Tamam evladım."
Arama sonlandı. 10 dakika kadar sonra ileriden buraya yürüyen top gibi bir teyze gördüm. Durun, bu benim büyük annemdi. Ve elinde yemek kutusu tutuyordu.
Gülümseyerek ayağa kalkarken eldivenlerimi çıkardım ve onu karşılamak adına çitin kapısını açarak hafifçe eğildim. "Hoş geldiniz leydim."
Büyük annem benden kaçmaya çalışırken arkasından koşup yanağına sulu bir öpücük kondurdum. "Ne yılışık kız oldun sen SeoNeul. Ben seni böyle mi yetiştirdim?"
Alaylı bir şekilde söylenirken dükkanın içine girdik. Parke zeminde ilerlerken içeri dolan güneş ışığıyla etrafın ne kadar rengarenk olduğunun yeniden farkına vardım. Rengarenk çiçekler, kendim çizdiğim resimler, melek ve hayvan bibloları, şamdanlar, yanan beyaz vanilya kokulu mumlar... Dükkan o kadar güzeldi ki tekrar ve tekrar hayran kalıyordum.
"Aferim, ters giden bir şey yok gibi." Büyük annem dizlerine tutunarak tezgahın arkasındaki tekerlekli dönen sandalyeye kendini yavaşça bıraktı. Yüzünü buruşturduğunda kaşlarımı çattım. "İyi misin büyük anne?"
"İyiyim ben iyiyim, biraz yoruldum sadece. Çay var mı?"
Şüpheli bir şekilde onu süzerken "Tabii," diye mırıldandım ve tezgahın kenarındaki kettle'a su koydum. "Biliyorsun, bir yerin ağrıdığında doktora gitmen gerek."
"70 yaşına geldim! Neyi ne zaman yapabileceğimi biliyorum herhalde!" Söylene söylene etrafına bakarken bu haline hafifçe gülümsedim ve tezgaha çıkıp oturdum. "Tabii ki biliyorsun kıdemli hanımefendi. Kurduğum olağan dışı cümleyi maruz görün lütfen."
Dudaklarını büzüp hıhlarken yanımdaki su fokurduyordu. "Kitaplardan öğrendiğin şatafatlı kelimeleri bana yediremezsin küçük hanım."
"Yedirmek demişken," diye başladım cümleme. Cam kupaya poşet çay koyup üzerine kaynamış su ilave ederken yumuş büyük anneme kaçamaklı bir bakış atmayı da unutmadım. "O yemek kutusu ne? Benim için mi yoksa?"
"Senin için mi? Ay eğlendirdin beni!" Büyük annem çayındaki paketi salladı. "Hayır evladım. Senin için değil. Şu karşıdaki oğlan için."
Kaşlarımı çattım. "Hangi karşıdaki?"
"Ya kızım var ya dövmecinin sahibi çocuk. Uzun? Çinli?"
Karşıdaki oğlan? Karşıdaki? Dövmecideki? Wong Yukhei?
Beynime dolan düşünceler ve anılarla boğulmaya başladım. Motoruna tekme atışım, dükkanımdan kovuşum, benzinlikte karşılaşmamız, durduk yere söylediği iltifatları ve ısmarladığı sıcak Nescafe. Hepsi bir film şeridi gibi gözlerimin önünden hızla geçerken bitmek bilmiyor, tam tersine görüntüler yeniden başlıyordu. Ben ona ne kadar kaba davransam da onun tavlamak için olsada söylediği güzel laflar ve arkadaşça olan davranışlarına karşılık vermeyişim aklıma geliyordu.
Bize lisede veya ortaokulda veya ilkokulda Matematik, Korece falan öğretmelerine gerek yoktu, İnsan Arası İlişkiler, Duygu Paylaşımı, Nasıl Rezil Olmadan Biriyle Tanışabilirsin gibi dersler vermeliydiler. Çünkü 12 yıllık matematik eğitimimi ne kadar kullanırsam kullanayım, beni çinli bir çocukla muhattap olma durumundan asla kurtaracak bir çözümü yoktu. Tabii, ters yönde kaçma açısını hesaplamak dışında. Ona yetecek kadar da sayısal bir beynim yoktu maalesef.
"Sen Yukhei'yi nereden tanıyorsun?"
Büyük annem yemek kutusunu kucağına aldı ve cevapladı. "2 yıldır orada çalışıyor ve buradan çiçekler almaya geliyor. Ben de evladıma yemek götürüyorum. Bu devirde bana Yukhei gibi saygı gösteren ve seven kimse kalmadı."
"Büyük anne!"
"Neyse," dedi büyük annem benim şaşkın halimi bir süzüp. "Al, bunu götürüver ona. Ben de arkada uzanayım. Mideme ağrı girdi."
"Ama-"
"Şşşt!"
Büyük annem yemek kutusunu tezgahta bırakarak ayaklarını parke zeminde sürüye sürüye gözden kaybolurken, sadece yemek kutusunu alıp Kore Cumhuriyeti'nden kaçma olasılığımı düşünüyordum. Ama matematik bilgim ne kadar kötü olursa olsun cevabın %-1 olduğunu biliyordum.
***
Geçiş bölümüydü allah kahretsin 5 gündür yazıyorum bir bitmedi, sabırla okuduğunuz için teşekkürler.
Bölüm belki bugün yada yarın gelir içime yazma isteği doldu umarım bu istek gitmez.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Florist And Tattoo Artist
Fiksi Penggemar• Yukhei, serseri bir dövmeci. SeoNeul ise onun karşısında çalışan bir çiçekçi. ❝ Hâlâ Green Day tişörtleri giyen serseri bir dövmecinin çiçeklerime attığı lafları zerre kadar umursamıyorum, Wong Yukhei. ❞ © dububaoziㅣwong yukhei [lucas nct] ▪s...