*
Artık yalnızdık. O bendim, ben de o. Bugünden sonra neler olacağını bilmiyordum ama onun yanında asla ayrılmayacağım gerçeğini değiştirmiyordu bu. Ben yıllardır yaralı bir kuştum. Kanadım hep kırıktı. Beni bulup da iyileştirmeye çalışan olmadı hiç. Hala da yok. Sare de o kişi değil. O da yaralı... Ama onun acıları daha çok taze, çok yeni. Birbirimizin omzunda sarılıp ağlamaktan başka ne yapabiliriz ki? Birbirimizin yaralarına tuz basabiliriz anca. Derman olamayız belki ama yoldaş olabiliriz, sırdaş olabiliriz. Onun ağlamasını engelleyemem ama onunla ağlarım ben de. Onunla gülerim, gerektiğinde onunla yan yana, kol kola savaşırım. Kanadı kırık kuşlarız biz işte. Oradan oraya savruluyoruz ama yok bir dermanımız.
Ben Barlas olmayı uzun yıllar önce bırakmıştım. O da eski Sare değildi zaten. Daha çok benziyorduk birbirimize artık.
Bugün de o gündü işte. Tüm sinyaller onu gösteriyordu.
''Kabus mu görüyorum ben?'' dedi Sare fısıldar gibi. Gözleri babasının gözlerine kilitlenmişti. Aynı bakışlar birbirini delip geçiyordu adeta. ''Ya da kamera şakası falan mı bu?'' dedi, bu sefer sesi daha yüksek çıkmıştı. Olacakların habercisiydi bu ses tonu. Ona sarılı kollarımı daha da sıkma gereği duydum. Yoksa düşecek gibiydi. ''Sen ne biçim bir insansın!'' İşte şimdi bağırıyordu. Bütün bar onun sesiyle yankılanmıştı. Arkada çalan müziği bile bastırmıştı. Ama ağlamıyordu. Gözyaşları içine akıyordu sanki. Kurumuştu göz pınarları artık. ''Bir de ciddi ciddi beni buraya çağırdın. Bunları giydirdin.'' dedi iğrenir gibi bir sesle. Üzerindeki kıyafeti yırtacakmış gibi tutuyordu. Patlamaya hazır bir bomba gibiydi. Babası pimini çekmişti ve olacakları izliyordu sadece. Tek kelime bile edemiyordu. ''Al hepsi senin olsun,'' dedi bu sefer. Bir yandan üstündeki kıyafetleri parçalamaya başlamıştı. Ellerini tutmaya çalıştıkça itiyordu beni. Transa geçmiş gibiydi. Herkes film seyreder gibi onu izliyordu. ''Nefret ediyorum senden.'' Artık ağlıyordu. Bağırıyordu. Onu tutamıyordum.
''Sare,'' dedim yüksek sesle. Ama o bunu duyacak durumda değildi. ''Lütfen, dur!'' dedim bir yandan kollarımla onu belinden yakalamaya çalışarak. Yardımıma Çağrı yetişti. Dört el sarıldık ona. Kendine zarar vermesini istemiyordum. Ağlamasını istemiyordum. Herkesin önünde kendine bunu yapmasını istemiyordum. Ortamda muazzam bir kargaşa vardı. Bir anda herkes Sare'nin önüne adeta bariyer olmak istercesine geçiyor onu daha da karanlıklara boğuyordu. Onun sadece rahatlamaya ihtiyacı vardı. Buradan uzaklaşmak istiyordu, biliyordum. Burası onu yormuştu. Hem de fazlasıyla...
''Sare,'' dedim kulağına eğilerek. Kendinde değildi. Zar zor ayakta durabiliyordu. ''Çağrı!'' diye bağırdım bu sefer. Sesim beklediğimden de yüksek çıkmıştı. Kan ter içinde kalan Çağrı yüzüme baktı. Soru işaretleri ve umutsuzlukla bakan gözleri ona o kadar yabancıydı ki bir an tüylerimin ürperdiğini hissettim. Olanlar bana da oldukça yabancıydı aslında. ''Sare'yi hemen buradan çıkarmamız lazım. Bana yardım et, onu nereye götüreceğimi biliyorum.'' Çağrı sadece kafa sallamakla yetindi. Alnında boncuk boncuk duran terleri elinin tersiyle silip Sare'ye iyice sarıldı ve onu kalabalıktan dışarıya doğru adeta itmeye başladı. Başka çaremiz kalmamıştı. Zaten Sare'nin de acıyacak canı kalmamıştı. Kasvetli ortam midemi bulandırıyordu. Bir daha buraya nasıl gelecektik? Ne halt yiyecektik bu günden sonra?
Nihayet dışarıya çıktığımızda hava çoktan kararmıştı. Ağaçların kıpırtısını görmesem soğuğun farkına bile varmayacaktım. Sareninse üzerinde, ipekten incecik bir elbise vardı sadece. Ona bir şey olmasını istemiyordum. ''Ceketini versene oğlum, kıza.'' dedi Çağrı yüksek sesle. Artık küçük harflerle konuşma lüksünü geçmiştik. Bir saniye bile beklemeden terden sırılsıklam olmuş ceketimi çıkarıp tekrardan Sare'nin titreyen omuzlarının üzerine koydum. ''İyi olacaksın.'' diye fısıldadım kulağına. Ürperdi. Kendinde değildi ama onun yanında olmamız onu bir nebze olsun rahatlatıyor gibiydi. Zar zor yürüyordu. İki adım atması beş dakika sürüyordu neredeyse. ''Nereye gidiyoruz?'' diye sordu Çağrı bu sefer.