O geldiğimiz yöne doğru yürürken elimi kaldırıp taksi durduruyorum. Eve giden yolda Declan aklımdan çıkmıyor. Akşam partiye gelmesini gerçekten istiyorum. Yani, umarım gelir.
Tam da görmek istediğim kişi Havai desenli bol gömleğini giymiş, salondaki üç kişilik koltuğa boylu boyunca uzanmış, bir Afrodit edasıyla beni bekliyor.
"Birdie! Bugün döneceğini bilmiyordum. Erkencisin demek!" üzerine atlıyorum. Beni upuzun kollarının arasında sarmalarken yavrusunu kucaklamış bir anne koalaya benziyor. Bu yakışıklı üniversitede tanıştığım ilk kişi. Ben aksini iddia etsem de akıl hocam ve moda danışmanım. Aramızdaki bağı gören, dünyanın en iyi çifti olduğumuzu sanır ama şansızım ki Birdie eşcinsel ve kimse gerçek ismini bilmiyor. Lakabına bakarak karşınızda hanım hanımcık, çıtı pıtı bir kız görmeyi bekliyorsunuz ama aksine Birdie görebileceğiniz en uzun adamlardan biri. Bacakları neredeyse bir buçuk metre ve ben bir yetmişlik boyumla onun anca göğüs hizasına geliyorum. Halimden de oldukça memnunum. Mükemmel sarılma boyutlarındayız. Kısa siyah saçlarına ve arada bir uzamasına izin verdiği sakallarına bakmazsak çok duygusal ve ince biri. Bazen ona entelektüel bir hava katan saydam gözlüklerden takıp boynuna ipek eşarplardan doluyor. Gözleri hep sarhoşmuş gibi hülyalı bakıyor ve kıskançlıktan çatladığım upuzun kirpiklere sahip. Göğsünde başımı kaldırıp ona bakıyorum.
"Bronzlaşmışsın. Sana verdiğim güneş kremini kullandın mı?
"Hem de her gün." Diyor başımı okşarken. "Ben yokken yaramazlık yaptın mı?" Aslında yapmadığımı biliyor ve yine de umuyor işte. Ona göre çok sıradan bir yaşamım var. Yaşımı ve bu zamanlarımı doyasıya yaşamadığımı söyleyip duruyor ki bu doğru değil. Ben halimden gayet memnunum. Gözlerimi devirirken aynı şekilde üzerinden aşağıya devriliyorum. Halının üzerinde boylu boyunca aynı onun gibi uzanıyorum artık.
"Yaramazlıkları sen anlatacaksın. Ben de dinleyeceğim."
"Bize birer Cosmo hazırlayayım." Ayağa fırlayıp mutfağa geçiyor. Üç kişi paylaştığımız küçük evimiz Amerikan mutfaklı. Yani salonla mutfak iç içe. Böyle olmasına bayılıyoruz çünkü beyin yakacak cinsten yaptığımız dedikodularımızı kesmemize gerek kalmıyor. Ev arkadaşlarımdan biri Birdie, diğeri ise Nina ve kendisi en sert mizahlımız olur. Bizim dışımızdaki herkes ondan korkar ve hala ortalıkta görünmüyor. O böyledir işte, bir görünür bir kaybolur. Ani ruh hali değişimlerine alıştık artık... Koltuğa zıplayıp kafamı elime yaslıyorum ve Birdie maharetli elleriyle Cosmolarımızı hazırlarken koca bahar tatilinin ilk iki gününü koca üç saate zor sığdırıyor. Lafı bittiğinde ikimiz de tükenmiş haldeyiz.
"Senin öğleden sonra dersin yok muydu?" diye hatırlatıyor. Tıraş olmuş, pürüzsüz yanağından kocaman bir öpücük alıyorum. Tanrım! Bu çocuk için içimde kocaman bir sevgi besliyorum. Kocaman bir renk cümbüşü Birdie. En çok da bunu seviyorum sanırım. Bütün renkler, inanılmaz bir düzen içerisinde ve hep dans ediyorlar. "Bayan O'Nelly'yi görürsen dergilerini benim aldığımı söyler misin? Kapısında yığılmış duruyorlardı, kaybolmalarını istemedim."
"Söylerim!" diye sesleniyorum Bayan O'Nelly'yle karşılaşmamayı umarak. Sohbete hiç vaktim yok. Ve şanslı olmalıyım, kampüsün girişinde bekleyen ve benim yüzümden son birkaç ayda bariz bir şekilde kilo alan kedi karşıma çıkana kadar kimse hızımı kesemiyor. Kabadayı gibi önümü kesiyor desek doğru olur. Artık o kadar alıştı ki resmen önümde dururken talepkar gözlerle çantama bakıyor.
"Affedersiniz efendim. Bu sabah yemeğinizi bırakmayı unuttum." Cümleme saçma bir de reverans ekliyorum. İşte buna hiç gerek yoktu. Alışmasa bari reveransımı yapmadan mamasını yemiyormuş mesela! Hah bir de bu eksikti! Fazlasıyla zeki, fazlasıyla kurnaz ve fazlasıyla sosyal olan farklı öğrenci gruplarını geçip aradığım sınıfa giriyor, etik kavramı profesörünün tiz sesine kendimi teslim ediyorum. Hem de aralıksız dört saat boyunca.
Ders bitince koşar adımlarla temiz havaya çıkıyorum. Bir aynaya baksam kulaklarımdan duman çıktığını görebilirim kesin. Kontrol etmem gereken biri var. Declan.
Telesekreterin sesini duyana kadar inatla çaldırıyorum. Açması lazım. Bir daha deniyorum.
"Aç, aç, aç. Açsana şu lanet telefonu!" tekrar telesekretere düşüyorum. Pes etmeyeceğim. Bir daha arıyorum. Bu sefer daha umutsuzum.
Bir kere çalıyor.
İkinci kez çalıyor. Ve...
"Alo?"
"Declan! Benim, Mia. Tanrı aşkına neden açmıyorsun telefonunu!"
"Şey, uyuyakalmışım. Neden, bir sorun mu var?"
"Partiyi hatırlatmak için aramıştım. Geliyorsun değil mi?"
Sessizlik.
"Lütfen geliyorum de. Arkadaşlarımla tanışmanı istiyorum. Yani öyle ahım şahım insanlar değiller ama oldukça tuhaflar ve düşündüm ki-"
"Mia bunun iyi bir fikir olduğunu sanmıyorum."
"Öyleyse belki sadece ikimiz takılırız. Yani o kadar kötü değildi, değil mi? Benimle konuşmak?"
Yine sessizlik.
"Tamam, bak biriyle konuşmaya ihtiyacım var. Tamam mı? Bunu tamamen bencil duygularımla söylüyorum. Benim... Kafamın bir şekilde meşgul olması gerekiyor. Ve söz veriyorum, tuhaflığı minimum seviyede tutacağım. Ne dersin?" Dediklerimi düşünürken sessizce bekliyorum.
"Pekâlâ. Konum gönder. Seni alırım."
Kan akışım normale dönerken tırnağımı kemirdiğimi fark ediyorum.
"Harikasın. Tamam. Bir saat sonra olur mu?"
"Olur, tamam."
Ağzım kulaklarımda sekerek eve dönüyorum. Birdie çıkmış. Kendi yemeğinden kalanı benim için dolaba koymuş, notu buzdolabının üstünde buluyorum. İkimiz bir bütün insan yapıyoruz. Tek kişilik porsiyonu bölüştüğümüzde ikimize de tam anlamıyla yetiyor. Yemek yemek bugün için öncelik listemde bayağı aşağıda kalıyor. Odama koşup duvarın dibinde duran açık askıdan bol mavi kumaşlı dökümlü elbiseyi seçiyorum. Mavi huzuru çağrıştırır ve çağrıştırmak istediğim tek şey bu, konu Declan olunca. Omuz hizamdaki kıvırcık saçlarımı yatıştırmak için biraz köpük sürüyorum. Maskaramı tazeleyip yanaklarımı allığımla biraz canlandırıyorum. Renksiz nemlendirici dudaklarım için harika bir seçim çünkü bir şeyler yedikten sonra orta kısmı gitmiş kenarları kalmış ruj görüntüsünü hiç sevmiyorum.
Esmer tenime mavi elbisenin bu kadar yakışacağını düşünmemiştim ama oluyor işte. Ben melezim. Annem İspanyol ve babam siyahi... Altın tonlarında, bronz bir tenim var. Güneşin zararları hakkında bir makale okumuştum ve o günden beri kullandığım yüksek korumalı güneş kremleri sayesinde daha fazla koyulaşmıyorum. Birdie'nin deyimiyle sütlü kahveye benziyorum. Yüzümdeyse burnumun üzerinden başlayıp çeneme doğru açılan çillerden var. Onları kapatmak istemiyorum, en azından lisedeki gibi onları kafaya takmıyorum. Gözlerim birbirlerinden oldukça uzak ve oldukça çekikler ki Asyalı genlerim olmadığına eminim. Siyah saçlarım ve siyah gözlerimi babamdan almışım çünkü annem kumral saçlı ve ela gözlüdür. Kocaman, bembeyaz, gurur duyduğum bir gülüşüm var. Zaten gülümsemeyi de çok seviyorum. Alıma dökülen iri bukleleri düzeltip elbisemi son kez kontrol ediyorum ve hazırım. Ten rengime çok yakın olan botları Nina'nın odasından çalıp dışarıya çıkıyorum. Partinin olduğu yere gidip Declan'a konum gönderebilmek için resmen acele ediyorum. Parti sandığımdan daha ezik ve sıkıcı duruyor ama bu insanları da Harry Potter'ı da çok seviyorum. Yani Harry'nin yerinin biraz daha ayrı olduğunu belirtmemde sorun olmaz umarım. Onlar Felsefe Taşı için hazırlanırken koca bir bardak kök birasını yuvarlıyorum çünkü endişeliyim.
Çünkü Declan ne gönderdiğim konuma ne de mesajlarıma cevap verdi.
İlk film bitiyor ve Declan'dan hala ses seda yok. Bacağımı sektirmeye başlıyorum. İnsanlara huzursuzluğumu belli etmemek için balkona çıkıyorum. Resmen gözlerim yollarda onu bekliyorum. Ve bir mucize gerçekleşiyor. Declan taksiden inip binaya bakıyor. Başını biraz daha kaldırırsa beni görebilir.
"Declan! Buradayım!" Mütevazı bir tavırla el sallıyor. Arkadaşlarımdan izin isteyip yanlarından ayrılıyorum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Renkleri Gören Kız
Teen Fiction"Sen peki? Uzaya gitmek için mi astronot olmak istiyordun?" "Aslında dünyayı terk etmek için."