Gür bir sesle yırtılırdı, günahların kapladığı karanlık yüzler, uzun uzadıya yapıldıkça bu anmalar, bu nidalar; gaflet peşin peşin dağılırdı, küf tuttuğu şu odanın bu salonun o evin tavanından. Karanlık pencerenin gizli kuytu köşelerinden sızardı çoğu zaman evlere. Bazen Zufar öne geçerdi, bazen ben alırdım görevi. Bir başka güzel okurdu, bu bambaşka bir inşirahtı. Doğunun muhacir çocuğu, sekizinci efsane ve benim muradım, hayrahım Zufar. Sanki ölmeden önce tanıştık onunla, ta ki Bezm-i Elest’e kadar bir muhabbetimiz varmış gibi, içinden ne geçerse söylerdi çok da güzel sesi vardı velhasıl Zufar’dı. Ne zaman Filora’dan bahsetsem yüzünü ekşitirdi ama olumsuz tek bir şey söylemezdi. Zufar ne zaman isterse o zaman gösterirdi yüzünü, sesini o istedikçe duyabilirdim. Ne zaman üşüsem hemen dilime dolanırdı söyledikleri, hiç bilmediğim efsaneler anlatır, bestelenmemiş şarkılar söyletirdi bana ya da dinlediğim tüm şarkıları benim için yeniden bestelerdi. Velhasıl, duymak gerekirdi ondan kendini anlatırken beni.