İkinci Bölüm

1.3K 93 61
                                    


Bugün paslı bir sabahtı. Paslı bir çarşaf, üst katta bir evdi. Paslı bir hava, ahşap çerçevelerden içeri sızan paslı bir güneşti. Kendi kendime uyandığımdı.

Yüzüstü yatıyordum. Ve bu sırtını dünyaya çevirerek uyumaktır aslında. Omuzlarının, kürek kemiklerinin ve omurganın üzerine serdiğin o deri parçası; altında sakladığın tüm duygularını, tavandan dökülebileceğine inandığın her acıdan seni koruyacaktır. En azından benim edebiyatım buydu.

Göğün ve etrafın rengine bakılırsa saat sabahın sekizi veya dokuzuydu. Bir süre öylece yüz üstü uzanmaya devam ederek odamın balkon penceresinden, orayı yemyeşil bir sığınağa çeviren kahve-sarı-kırmızı renkteki sarmaşıkların arasından şerit şerit görünen mavi gökyüzünü seyrediyordum. Bir bulut muhtemelen bundan bir saat önce parçalanmaya başlamış ve şu anda da tamamen yok olmasına yarım saat gibi bir süre kalmışken ağır ağır sokağın üstünden geçiyordu. Arada bir karga sesleri duyuyordum. İki dirseğimin de üzerinde doğrulduğumda odanın köşesinde duran, satıp para kazanmak için ayırdığım dedemden kalma eşyaları görünce onlara uzun bir süre bakarak tıkalı burnumu çektim. Yatakta doğrulup bacaklarımı aşağıya sarkıttığım sırada sabah soğuğunun bir kısmı da odamın içinde dolanıyordu. Dün gece kıyafetlerimle birlikte uyuyakalmıştım ama pantolonumu ne zaman çıkarıp da kapının dibine fırlattığımı hatırlayamıyordum. Fakat neyse ki külotlu çorabım hala üzerimdeydi.

İlk önce dizlerimi sıvazlayıp ardından kendime sarılarak ayağa kalktım ve balkonun kapısına ilerledim. Her zamanki gibi bir anda beliren varlığımla sarmaşık ve diğer bitkilerle sarmalanmış tırabzanımda dinlenen bir güvercini korkutup kaçırmıştım ama hoplayan minicik yüreğini de alıp uzaklaşan kuşcağızın kanat sesleriyle artık neredeyse kendimdeydim. Gökte öyle güzel bir mavi vardı ki insanların çoğunun uyuduğu, hiçbir araç ve makinenin çalışıp havayı kirletmeye daha başlamadığı çok belliydi. Kulpu eğip balkona çıktım.

Çilli taş zemine basar basmaz haylaz bir soğuk vücudumu tırmandı ve dişlerim takırdamaya başladı. Balkonum epey uzundu. Ortasına gerdiğim çamaşır ipinden sarkan kızıl sarmaşıkları ikiye ayırıp korkuluğa ulaştığımda Selis kentinin paslı havasından bir ağız dolusunu içime çektim.

Dedemin küçük bir kuşçu dükkanı vardı. Ancak orası iflas edince yaşlı adam tüm kuşlarını da toplayıp bu eve taşımak zorunda kalmıştı. Duvarlara kendi elleriyle yaptığı kuş evlerini asarak, zemine kum ve çakıl serpip ortaya da dallarına konabilsinler; yabancılık çekmesinler diye birkaç saksı yerleştirerek odalarından bir tanesini onlar için ayırmıştı. Sanki kuşlarını satın almayan ve bu dar duruma düşmesine neden olan insanlara inat onları daha özenli bir şekilde yetiştiriyordu. Komşuları, 'neden onları doğaya salmadı' diye sorduklarında ben de bunu yine insanlara olan kızgınlığından yapmadığının yanıtını veriyordum ama tabii bunu kimse duymuyordu. Ancak bu gibi duygular uzun süreli duygulardı ve dedemin ömrü bunlara pek yetmedi. Yüreğindeki hırsla beraber hayata gözlerini yumduğunda maalesef ki yokluğu öldükten üç gün sonra fark edilebildi. Ben bu durumu ilahi karmaya yoruyordum. Bir odanın içinde kalmanın, özgür olamamanın, toprağa karışamamanın ne demek olduğunu ölüm döşeğinde dahi olsan yaşamış olacaktın. Olaydan sonra çoğu kuş açlık ve susuzluktan dolayı ölmüşlerdi. Kalanlarını ise insanlar ya sahiplenmiş ya satmış ya da salmışlardı.

Sonra ise ben geldim. Buraya taşındığım ilk zamanlarda yarasından sarkan bir kabuğu andıran duvar kağıtlarının; büyük bir çabayla yapıştığı yerden kazıdığım milyonlarca kuş pisliklerinin; etrafa sinen ceset ve tuvalet kokusunun hakkından tek başıma gelebilmiştim ama bitkilerine özellikle dokunmadım çünkü balkonumun zeminini ve duvarlarını kaplayan minicik yeşilliklerin betonlara karşı yaşam savaşı vermesi bana güç veriyordu.

Kültür HırsızıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin