14.04.2019
GECENİN KOYNUNDA YAKTIM AĞITLARIMI.
Dudaklarımın sızardı elemi, yırtılırdı akşamın yıldızlardan dikişleri. Soluduğum hava, düşmanına kurşun atmak için çırpınan tabanca misali yakar, yıkar da geçerdi hücrelerimi. Savrulurdum uçurumun kenarından göğsümde kurşun yaralarımla denizlere.
Attığım her adımda çekilirdim yeryüzünün derinliklerine. Ellerimden tutacak kimsem yoktu. Küçüktüm, minikti ellerim, yine olmadı. Yalnız annem vardı, babamın gazabından kaçabilidiğince seven beni.
Ta ki o geceye dek.
Bağırışlarla uyuyup yeniden bağırışlarla uyandığım bir mateme gebeydi gök lakin bu defa farklıydı çok. Annemin çığlıkları bulutları delmeye yeltenen şimşek olmuş çakıyordu kulaklarımın kemiğine.
Çıkan acı yüklü seslerin koca bir canavar yüzünden olduğunu düşünüp görmeden, görünmeden çıkıverdim aç dünyanın izbe sokağına.
Koştum, kısa bacaklarımın koşabildiği en hızlı şekilde, ay bir gölge misali takip ederken küçük bedenimi.
Ama yeterince hızlı koşamamışım demek ki yakaladı o canavar ince telli saçlarımdan beni. Arabaya bindirdi, annemin hiç dinmeyen çığlıkları da oradaydı.
Sonra karanlığın içinde bir ışık belirdi, kurtuldum sandım hiçbir şeyi bilmeyen aklımla, kurtulduk.
Meğer o, karanlığın içinde bir karanlıkmış, gözlerimi açtığımda anladım.
Yoktu artık canımdan bir parça. O gün felaketler intihar etmişti felaketimin büyüklüğünü görünce. Bedenimdeki tüm kanlar çekilmiş, yerine içimi yakan bir acı doldurulmuştu.
Açılan gözlerimle beraber ruhumdaki avaz avaz haykırışlar, zihnimdeki yangını harlıyor, kim olduğumu unutmam için bana yalvarıyordu.
Kısıkça açtığım bal rengi irislerimle beyaz duvarların üzerime doğru gelmesini seyrediyor, başımın dönmesine aldırmadan annemi arıyordum. Bir el yumuşakça saçlarıma değdiğinde annemin parmakları sanmış, kirpiklerimi kırpıştırarak ona bakmıştım.
Oysaki annem değildi.
Işıklar, rengini seçmeme müsade etmiyordu gözlerinin. Karanlıktı, teninin beyazlığından ziyade. Biraz telaş biraz da sevinç hâkim gibiydi irislerine.
Azıcık açtığım gözlerimle kıpırdayan dudaklarını izledim, sesten yoksundu duyularım. Sadece görüyordum.
Ufaktım, aşk nedir bilmezdim. Lakin zihnimin kuytularında saklanan görüntüsüyle uyudum ondan sonra hep o yetimhanede.
Sesimin güzelliği bir zorunluluğa mahkum edilmişken ruhumun huzura kavuştuğunu, sadece bedenimin o işi yaptığını biliyordum.
Zihnimdeki sızıların en azından bir ân için üzerine toprak serpildiğini hissediyordum.
Güneş her zaman yeni dertle güne zerk ederken sadece büyüyordum. Ben büyüdükçe acılar küçüleceği yerde serpilip çoğalıyordu.
Korkma, korkarsan daha da çekerim seni içime, diyordu hayat. Cesur olmazsan yenilirsin, diye fısıldıyordu acımasızca.
Sonra ben, bu işkenceden ona sığınmak istedikçe parmaklarımdan kayıyordu. Süzülen bir bulut gibi tutunamıyordum, gökyüzüme.
Can almayı sevgiye yeğleyen rüzgar, düşmanlıkla savuruyordu beni ondan.
Düşüyordum.
Düşüyorduk.
Gökyüzü, bulutundan vazgeçmeyi bilmiyordu.
Şifâ Makber.
Kollarının arasında devâ bulacakken kolları bana mezar olan adamdı.
Ve bizim hikâyemiz, sökmeden batan bir şafaktı.
"Ben, harfleri sadece o adama görünebilen bir mektubun, ağıt kokmuş satırlarıyım."
🌑
Tüm hakları yaşanamayan aşkların acı bala çalan tadında saklıdır.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Gecenin Koynunda Yaktım Ağıtlarımı
Short Story|TAMAMLANDI.| Kadının kanatlarında taşıdığı kül, adamın kabri andıran göğsünde alevlendi. O günden sonra ruhları ebediyen birbirlerine öldü. ©Gecenin Koynunda Yaktım Ağıtlarımı isimli ilk ve tek kitaptır. (Ç)Alınması dâhilinde, yasal işlem başlatıla...