beklenmedik fırtına

259 31 31
                                    

                        oneus- intro: lived


Kum taneleri etrafta uçuşuyor, rüzgarın uğultusuyla dans ediyordu. Birkaç dakika önce serin havayla denizin keyfini çıkaran insanlar şimdi telaşla koşuşuyordu. Rüzgar aniden şiddetlenmişti. Kimse beklemiyordu böyle bir fırtınayı.

Büyük adımlar atarak koşan ve elinde iki mont bulunan genç bir adam, birbirlerine sığınarak koşmaya çalışan iki çocuğun tam önünde durdu. Rüzgar esmeye devam ediyordu. Adam gözlerine girmeye çalışan kumlara karşı gelmeye çalışarak montlarının birini siyah saçları uçuşan kısa boylu çocuğa giydirmeye çalıştı. Kendi başına hareket etme derdinle olan minik ise montu çekiştirip almış ve çıplak kollarından geçirmeye başlamıştı. Adam onun tavrını bu defa olumlu bulup diğer çocuğa odaklandı.

İkisine de montlarını giydirmiş ve koşarak geldiği kulübeye çocuklarla dönmüştü. Kulübenin balkonunda bir sürü insan vardı. Bazıları tamamen yabancıydı ama bu fırtınada geçici olarak durmak zorundaydılar. Kulübeye girilecek ve fırtınanın dinmesini bekleneceklerdi.

Bacakları tamamen açıkta olan ama mont giymiş çocuklar masanın önündeki tabureye kuruldular. Uzun boylu olan ellerini ceplerine koyup kafasını masaya yasladı. Diğer çocuk ise ona bir bakış atmış, elleri üşüse de kopyalamak istememişti çocuğu. Uzun boylu buna artık alışık olduğu için doğrulmuş, çocuğunun ellerini ceplerine sokup geri yatmıştı.

"Seoho," diye seslendi sonra. Babası hâlâ kulübenin anahtarını arıyordu. Kısa boylu çocuk rüzgarı izleyen bakışlarını ona çevirdi. Garip bir şekilde ona fazla yaklaşmak istemiyordu ama bu uğultuda onu duyabilmesi için yaklaşmaktan başka şansı yoktu.

Kalbi hızlanarak masaya kafasını koymuş ve yüzü masaya yapışık olduğu için komik duran çocuğa bakmıştı. Karşısındaki çocuk ise Seoho'nun gözlerini büyütmesine neden olan bir şey yapmış ve ona iyice yaklaşmıştı. Başlıklarının ucu birbirlerine dokunana kadar yakınlaşmıştı ve bu inanılmaz tehlikeliydi. Seoho geri çekilemiyordu bile ama biliyordu ki bu konum çok tehlikeliydi.

"Sen benim en en yakın arkadaşımsın, bunu biliyor muydun?"

Hemen burnunun dibindeki çocuğun sözleri onu sevindirse de, dün hissettiği kırgınlığı hafifletse de dudak büzüp mızmızlanmadan duramadı. "Sırf kırıldım diye böyle söylemene gerek yok."

Karşısındaki çocuk cebindeki ellerinden birini çıkarıp hafifçe vurdu ona. "Öyle değil! Hwanwoong ve Youngjo benim en yakın arkadaşım," gözlerini kocaman açtı. "Ama sen EN EN yakın arkadaşımsın. Anladın mı? Aramızdan sevilmeyecek biri varsa benim; sürekli konuşan, insanları rahatsız eden, seni sinirden ağlatan bir çocuğum işte. Sen sevilmeyecek gibi değilsin, yani sevilmiyorum diye endişlenme. Zaten sanırım Youngjo benden bıktığı için gelmemiş bugün, kuşlar öyle söyledi. Sen de gitme."

Seoho gözlerini kırpıştırdı. Rüzgar gözlerini kuru tutuyordu ama hiçbir şey içindeki hisleri örtemiyordu. "Hwanwoong da yoktu, belki başka bir şey olmuştur. Seninle ilgili değildir." Başka bir şey demesine kalmadan anahtarlarını aramaya devam eden adamın telaşlı sesiyle hızla doğrulup o tarafa döndüler.

Adam telefonda konuşuyordu, bağırıyordu ve yüz ifadesi aşırı tedirgin ediciydi. Telefonu kapattığı an, iki çocuk tıpkı diğerleri gibi adamın etrafına toplandı. Şimdi rüzgar insanlar tarafından kesilmişti ve adam ne dediyse her şeyi duymuşlardı.

"Youngjo," demişti adam. "Bayan Gayoon'un torunu, aniden rahatsızlanmış dün gece. Apar topar gitmek zorunda kalmışlar."

Seoho'nun annesinin sorduğu soruya ise söyle demişti adam. "Gözlerini kaybedebilirmiş." 

Beklenmedik fırtınanın sabahında her şey neredeyse aynı devam ediyordu. Sahil boştu çünkü her yer ıslaktı, gece bastıran yağmur neden olmuştu buna. Yengeçleri için endişelenen uzun çocuk ise sahile tek başına inmişti. Ya da öyle sanıyordu çünkü biraz ileride ıslak kumlara oturan minik bir çocuk vardı. Gerçekten minik.

Onu tanıdığı için seke seke yanına gitti elbette. Asla çekinmezdi böyle şeylerden. Onun gibi ıslak kumları umursamamıştı ve pat diye oturuvermişti. Ayakları biraz uzun olduğu için denizin tehlikesindeydi. Bunu dudaklarını büzerek izledi ve ardından yanındakine döndü.

"Islak yere neden oturuyorsun?"

"Sen de oturuyorsun." dedi çocuk kaşlarını çatarak. Buraya geldiğinde de huysuz bir ruh halindeydi.

"Sen oturyorsun diye oturuyorum? Yani senin oturma nedenin neyse benimki de o sayılır."

"Çok saçma."

Uzun çocuk iyice yayıldı kumlara. Annesinin azarı gelecekten kulaklarına ulaşmıştı ama pek sallamadı. "Seoho da öyle der. Kimseyi takip etme falan."

"Seoho'ya sürekli şeker alan bir kız var ya, onun gibisin." Minik Hwanwoong'un ima ettiği çok açıktı ama uzun boylunun o kadar derin bir düşünce şekli yoktu. "Ben Seoho'ya hiç şeker almadım." demekle yetindi.

Birkaç dakika sessizlikten sonra uzun olan elbette dayanamadı. Ellerini üşüdüğü için bacak arasına kıstırmış ve konuşmuştu. "Youngjo gerçekten gitmiş mi?"

"Evet. O yüzden mutsuzum ya."

"Sen hep böylesin." diye yüzünü buruşturdu. "Sana da mı veda etmedi?"

Hwanwoong dudaklarının titrediğini hisseder hissetmez birbirlerine bastırdı. Olduğu yerde iyice küçülüp omuz silkti. "Annem acil gittiklerini söyledi. Vakti olmamış... Hem sorun değil, sonuçta çok yakın değildik. Başka arkadaşlar bulurum."

"Peki," diye mırıldanarak cevap verdi yanındaki. "Adımı neden hep unutuyorsunuz?"

"Birlikte olduğumuz o saatlerde o kadar çok şey söylüyorsun ki ismin eriyip gidiyor."

"Tamam. Bundan sonra sessiz olacağım. Adımı unutma." Hwanwoong başıyla onu onayladı, bu gece evlerine döneceklerini söylemek gelmedi içinden. Her zamanki sessiz tavrıyla çocuğu dinledi.

"Benim adım Keonhee." dedi yanındaki ve işaret parmağını kaldırarak on bin defa tekrar etti. "Keonhee, Keonhee, Keonhee, Keonhee, Keonhee, Keonhee, Keonhee..."

Ertesi gün sadece Youngjo değil, Hwanwoong da yoktu. Keonhee yengeçlerine sarılıp ağlamaya çalıştı, Seoho onu uzaklaştırmaya çalışırken tekmeledi ve ilk defa fiziksel kavgaya giriştiler. Girişimleri başarısız sonuçlandı çünkü ikisi de birbirlerine acıyor ve tam olarak vurmuyordu. Hem başarısız oldular hem de oda cezası aldılar. Keonhee pencereden dışarıya bakıp bulutların ardındaki güneşi görmeye çalıştı, ömrü boyunca yapacağı gibi. Sonra da hevesli bir şekilde mırıldandı. "Onları bulacağım." Seoho bir şey demedi ama biliyordu, bulacaktı.

****

Son paragraf canımı çok yaktı, ağlamaya gidiyorum elveda 😔


sevin ağlayabiliyorsan, rawoong🌙Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin