Yaşamak...
Yaşamak ne de güzel bir histi. Varlığının değerini anlayabilmek ve
her gün nefes aldığını hissetmek insanı daima rahatlatırdı.Öyle güzeldir ki yaşadığını hissetmek, ne olursa olsun daima vardır bir umut. Ölüm hariç vardır her derde deva, her hastalığa şifa, her sıkıntıya refa bulunur elbette insana.
Ya şimdi?
Yaşıyorum. Nefes alıyorum. Ama nedir bu içimdeki kasvet? Sanki tüm vücudum isyan etmek istercesine kendini bir o yana bir bu yana sürüklendirip duruyordu. Güçlükle aldığım nefesse bu rutubetli, dar mekânda daha da zorluyordu bedenimi.
Karşı tarafımda oturan diğer kızlara göz attığımda onlarında benden aşağıya kalır bir yanlarının olmadığını gördüm. Kızlardan yaşca en ufak ve çelimsiz olanı boydan boya uzanmış ve hırıltılı hırıltılı nefes almaya çalışıyordu.
Kızlardan biri astım hastası olduğunu söylemişti. Birkaçı rahat nefes alması için etrafından uzaklaşmış ve kıyafetlerini sallayarak ona hava vermeye çalışmışlardı.
Bu küçücük yere bir sürü hayat sığdırılmıştı. Kaçırılan kızlardan kimi Türk, kimi Kürt kimi Fars ve kimide Araptı. Aralarında bir kaç Ezidi kızı bile vardı.
Bu basitçe söylenilen sayılar aslında her kaybolan hayatın dramatikliğini ortaya koyuyordu.
Sıkıntı içinde kafamı sallarken kızlardan biri sesli bir biçimde ağlayarak yeterince sıkıntılı olan ortamı iyice kararmıştı.
"Rabbim! Yardım et!"
"Sakin olmalıyız. " dedi içimizdeki en büyük ve metanete sahip olan kişi " Artık yapacak birşey yok onlar ne diyorsa onlara uymak zorundayız. "
"Sen aklını mı oynattın Kewê?"
Kızıl renkli kınalı saçları yavaşça siyaha dönmüş kız ufak kara gözlerini çatarak Kewê denilen kıza baktı ve "
Buradan çıkmanın bir yolu olmalı kaç saatten beri bu iğrenç yerde kaldık ve bizi artık çıkartmaları gerekiyor. Hayvan mıyız bizde küçük bir yere kitlendik?" Diyerek sinirle söylendi.
"Biz nereye gidiyoruz ki?" Diye sordum.
Kewê baktı ve "Adamlar konuşurken duydum Fas diye bir ülkeye gidiyoruz. " dedi.
Kaşlarımı çatarak bizden fazlaca uzak olan, sahra çölüne ev sahipliği yapan, sufilerin ülkesi Fas'ı düşündüm. Bizim o ülkede ne işimiz vardı ki ? Okuduğum birkaç romanda bu ülke geçmişti ve hep nedense sufilerle, kumuyla ve mistik tarzıyla anılıyordu . Kızgın Sahra çölünün ve Atlas okyanusunun yan yana olduğu bu ülke masalsı bir yer gibiydi.
"Orası da neresi?"
Derin bir iç çektim ve "Çok sıcak bir ülke olmasıyla beraber nüfusun çoğunluğunda arapların olduğu bir ülke. " dedim.
"Aaa ben biliyorum. Dedem oraya gitmişti . Dedi . Az önce yerde nefes almakta güçlük çeken küçük kız .
"Güzel bir yermiymiş peki?" Diye sordu bir kız.
Kız ayağa kalkarak heyecanla gülümsedi ve " Öyle bir büyüsü varmış ki dedem oradan hiç ayrılamak istememiş. "
"Ne büyüsü olacak Allah aşkına, sizi bilmem ama oraya büyülenmek için değil mal gibi satılmak için gidiyoruz. " deyince Kewê, üzgünce ona baktım ve
"Kewê doğruyu söylüyor, hayatımızı elimizden aldılar. " diyerek gözümden istemsizce akan yaşı sildim.
Bize ne olacağı belliydi. Gemiden çıkarıldıktan sonra ya satılacakta ya da daha kötü emellere zorlanacaktık. Bu devirde neydi kadınların yaşadığı bu çileler? Ne zordu kadın olmak.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Eşkiya
Ficción GeneralBazı kısımlar tam olmasada +18 içerik barındırmaktadır. Zümrüt yeşili gözleriyle herkesin aklını başından alan genç bir kız: Firuze Nevroz. Çölde eşkıyalık yaparak geçimini sağlayan, çölün korkulu rüyası: Ali Bin Abdul Rahman. Hikaye, Firuze'nin ye...