20. RENK: "BÜYÜK GEZEGENİN KÜÇÜK ASTRONOTU"
🕉
Neden bir insan yalnız kalınca zamanının yavaş geçtiğini bilirken yanında sevdiği bir insan varken sanki bir hızlı trenin en dik noktasından aşağı bırakılıyormuş gibi son sürat geçtiğini hisseder?
Bununla ilgili birkaç düşüncem var.
İlki şöyle, yanımızda olan insanı çok sevdiğimiz için herhalde evren bizim acımasızlığımızı istiyor ve göz açıp kapayıncaya kadar zamanı hızlandırıyor.
İkincisi ise; sanırım bu bizim beynimizde başlayan bir şey. Bu diğer seçeneklere göre biraz daha gerçekçi olduğunu kabul etmeliyim. Herhalde normal bir beyin –normal!- hoşlandığımız birinin yanında zaman kavramını yitirebiliyor.
Üçüncüsüne gelecek olursam herhalde hoşlandığımız o kişi –o'yu siz tamamlayın- gerçekten de o Marvel filmlerinden birinde bir süper kahraman ve zamanı hızlı geçirebilme yeteneğine sahip.
Tamam, bunlar sesli söyleyince kulağa pek akıllıca gelmiyor. Zaten sağlıklı bir insan olmadığımı ortaya koyarsak bunları düşünmem şu anda karşısında oturduğum ve öylece baktığım yavaşlamış saatin önünde de herkesin düşüneceği tarzda değil. Kabul etmem olanaksız ki şu anda yanımda olsa akrep ve yelkovan son sürat bir araba yarışındaymış gibi birbirlerine kovalarlar.
Her neyse, bunun suçunu evrene atmak en doğrusu.
Annem kapıyı açıp "Evan!" diye seslendiğinde gözlerimi odamda ki saatten çekip kapının önünde ki anneme çevirdim. Ne yaptığımı çözmeye çalışır gibi beni dikkatli bir şekilde izliyordu. Gözlerinde bir kırgınlık aradım fakat yoktu bu rahatlamama sebep olmuştu.
"Kendini nasıl hissediyorsun?"
Zamanın bu kadar hızlı geçip beni ölüme yaklaştırdığını yok sayarsak...
"İyiyim."
"Pekala. Bugün benimle şehre gelmek ister misin? Birkaç işim var."
Kafamı hayır der gibi sallarken "Bugün Rose ile sinemaya gideceğiz." Dediğimde annem kapıdan çekildi ve yanıma geldi.
"Mutlu musun?" diye sordu bana bir anda. Ciddi bakıyordu ve bu garipsememe neden olmuştu. Yine boynunda asılı kolyesiyle oynamaya başladı.
"Evet." Dedim şaşkın bir şekilde.
Bir anda gülümsedi. "Bu iyi... Seni mutlu görmeyi seviyorum bebeğim."
Gülümseyip yataktan ayağa kalktım ve anneme kollarımı dolayıp mutfağa yürürken bana bugün ne yapacağını anlatıyordu. Onu dinlemek yerine mutfakta kahvaltı eden büyükbabama baktım. Gözlüklerini takmıştı ve biz mutfağa girince bizi fark bile etmemişti. Sanırım şu kulakları için işitme cihazını takmamış olmalı.
Ondan uzun olduğum için annem kafasını kaldırıp "Çok şanslı bir anneyim. O liseye giden bazı çocukları görüyorum da..." dediğinde kahkaha attım ama o beni önemsemeden devam etti. "Çok acımasız çocuklar. Onlardan olmadığına seviniyorum."
"Blue çağı..." dediğimde annem kafasını salladı. "Abigail Gibbs geçen gece intihar ettiğini bugün öğrendim. Sanırım sınıf arkadaşları fazla baskı uygulamışlar." Dediğinde kafamı salladım. Aslında şaşırmıştım. Abigail her ne kadar tanımasam bile annem Bayan Gibbs ile arkadaştı ve Mike'nin eskiden dediğine göre Abigail 90'lardan kalma diş teli ve diş telinin üzerinde ki rengarenk lastikleriyle çok değişik bir kız olduğunu bana söylediğini hatırlıyorum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ONUN RENKLERİ
Roman pour AdolescentsBir gün ölmeye hazır hayatımdan beni bileğimden çekip kurtaran bir kızla tanıştım. Dibe vurmak üzereyken benimle birlikten o dipten kurtulmaya çalışıyordu. Yüzünde eksik olmayan gülücük, ruhunun etrafına gezegenler dizilmişti. Her bir gülüşünde yen...