Hayat, hayal ettiklerimize bakarken görmezden geldiğimiz fırsatlardır.
Tam yirmi yıl olmuştu, bir iki sene değil tam yirmi yıl... Bir genç adamın kâğıt parçasının üzerinde kurduğu hayallerinin üstünden tam yirmi yıl geçmişti. Hayattayken imkânsızlaştırdığım bu hayallerimden peki ben ne zaman vazgeçmiştim? Şimdiki zamanda dün akşam yediğim yemeği bile hatırlayamazken bu sorunun cevabını hatırlayamamam benim gibi bir adam için çok olağandı. Aslında hayat beni ne güzel ayakta uyutmuştu. Nankör hayat, sinsi zamanla birlik olup, beni hengâmesinde gelgitlerle sallayıp uyuturken zaman da bana hayallerimi, ideallerimi, beni; bana unutturmuştu. Sinsi zaman, bana yaptığı gaddarlığı nedense elimde tuttuğum kâğıda hiç yapmamıştı. Ben otuz dokuzumda bu hayatta alnımda derin çizgilerle solgun ve yorgun iken o kâğıt parçası geçen yıllara inat; dün yazılmışçasına canlı ve kırışıksızdı. Elimdeki liste halen on dokuz yaşında, umut dolu ve hayata karşı hevesliydi. On dokuzumda kendime yazdığım bu notu okurken, içimden "kız haklıymış, tam bir geri zekâlıymışım," dedim.
Hayata öfkemiz, yapamadıklarımız için değil, hayatın fark ettirmeden bizden aldıklarının kendimizden daha fazla olmasından dolayı uğradığımız haksızlığa değil miydi? Hayat çok nankör,zaman çok sinsi olabilir miydi?
Havalansın diye açtığım salonun camından İstanbul'un tüm gürültüsü evin içerisine doluyordu. Annemin ısrarla elime verdiği ev salçasını ve mandalina reçelini boş buzdolabına yerleştirmek için mutfağın ışığını yaktım. Yanan ışıkla lavabonun kenarındaki biriken bulaşıkların üzerinden, böcekler buldukları ilk duvar aralarına kaçıştılar. Sinirle "ben geberdim siz gebermediniz" diye söylenirken, yerdekilerden birini yakalayıp ayağımla ezdim ancak elimdeki reçel de bir anda yere düştü. Durduğum yerde, yukarıdan yerdeki mandalinalara baktım, ancak "Ha siktir!" demek için artık çok geçti. Böceği öldürmeye çalışırken onlara bir ziyafet sunacağımı nereden bilebilirdim ki! Çamaşır makinasındaki kirliler kokmuş, bulaşıklar kurumuştu. Benim hayatıma yapışmış bu laneti çıkaracak klorak henüz üretilmemişti. Hemen televizyonu açtım, kendimi daha az yalnız hissettiriyordu. Zaten kitaplar, müzikler, filmler her şey insanın kendini daha az yalnız hissetmesi için yapılmamış mıydı? İnsanın içindeki yalnızlıktan kaçmak adına yapılan eylemler bir yerde sanat bir yerde bilim bir yerde teknoloji olarak karşımıza çıkarken, yalnızlıktan neden bu kadar korkuyorduk? Bizleri geliştiren bu yalnızlık olgusunu neden hep inkâr edip bir şeylere sığınıyorduk?
Cenaze sebebiyle iş yerinin düzenlediği yılbaşı yemeğine katılmamıştım. Şirketin şimdiye kadar yaptığı etkinliklere zaten patrona ayıp olmasın diye zoraki katıldığım için ve her gittiğimde yüzüme takındığım sahte gülümsemeyle masanın bir ucunda oturup kafamdaki saçma bir huni ve ağzıma tutuşturan bir düdük çalmayacağım için bu yılbaşı gerçekten deli olmadığım için çok mutluydum. Televizyonu açıp kanalların birindeki yılbaşı programını izlemeye başladım ancak camdan dışarıdan duyduğum köpek sesi sürekli kulağımı tırmalıyordu. Pencereyi kapatmak için yerimden kalktım, cama doğru yaklaştıkça burnuna kömür kokusu geliyordu. Camdan dışarıya baktım İstanbul yine kara sisin altında kalmıştı. Kasabanın mis havasından sonra hiç tahammül edilebilecek gibi değildi ve hızla pencereyi kapattım ve "Siktir" pencerenin kolu elimde kaldı. Artık kendimi bu camdan aşağıya da atamazdım. Her şey üzerime üzerime geliyordu amcamın söylediğinin aksine dünyanın en şanssız adamı ben olmalıydım. Sinirlendim biraz sakinleşmek için hemen yiyecek bir iki abur cubur bakındım ancak dolap ve çekmeceler bomboştu. Krize girmiştim hemen üzerime paltomu alarak beni sakinleştirecek bir şeyler almak için markete koştum. Sokaklar bomboştu, insanlar aileleri ya da arkadaşlarıyla yılbaşını kutluyorlardı. Sokaktan aşağıya,markete giderken yine o duyduğu çenileme sesini duydum, etrafıma bakındım ancak bir şey göremedim. Marketten bir şarap,birkaç bira,cips ve yılbaşı tatlısı en sevdiğim gofretten birkaç tane aldım. Dönerken yağmur atıştırmaya başladı. İnerken zorlanmadığım yokuşu çıkarken dizlerim artık birinci vitesi bile kaldıramıyor, yavaş yavaş çıksam bile nefesim kesiliyordu. Binanın girişinde soluklanırken bir köpek yavrusu merdivenlere büzüşmüş, yağmurdan saklanıyordu. Yavru, beni görünce korktu hemen kuyruğunu altına aldı. Fare kadar minik, simsiyah yavruya uzaktan baktım, o kadar çaresiz ve savunmasızdı ki bana kapkara korkmuş gözlerle bakıyordu. Elimdeki poşeti karıştırdım. Yavru poşetin sesinden daha çok korkarak sanki kaybolmak istercesine kendini küçülttükçe küçültmeye çalıştı. Poşetten bir iki gofretin paketini açarak al ye bunları, diye yere, merdivenin başına ufaladım, köpek daha da ufaldı. Köpeği daha fazla korkutmamak için merdivenlerin kenarından usulca çıkıp yavaşça dış kapıyı açtım ve hızla eve çıktım.
Sehpanın üzerine duran karışık çerez, cips ve markette son kalan ucuz bir kırmızı şarap sanki hayatımı özetlercesine ortada duruyordu. Telefonum çaldı, arayan Hayri'ydi. Cenaze sonrası iki arkadaş çok konuşamamıştık. Hayri, Ankara Tıp Fakültesini bitirdikten sonra hemen İngiltere'de eğitimine devam etmiş orada kalmıştı. İkimizin de gençliğimizde, sığınağımız, sahip olduğumuz tek şey kitaplarımızdı. Biraz geçmişten konuşup birbirimize iyi seneler diledikten sonra telefonu kapattık. Ben, kadehime biraz daha şarap doldurdum ve hızlıca içtim. Karaburun'a gidip geldikten sonra aklımda yeniden canlanan hatıralarımı tekrar unutmak istercesine sarhoş olup bir kenarda sızıp kalmak istiyordum. TRT'deki sunucu heyecanla bağırdı; evet büyük ikramiyeyi kazanan numaralar... O an aklıma İzmir otogarındaki piyangocudan aldığım bilet aklıma geldi ve hemen kalkıp paltomun cebimden cüzdanımı çıkardım. Belki bu sefer şans bana gülmüş olabilir miydi? Heyecanla yerime oturup pür dikkat elimde bileti ekranda çıkan sayıları takip etmek isterken ilk çıkan rakamda elenmiştim. "Bende ki şansa..."bileti buruşturup yere fırlattım. Cüzdanımı kapatırken gözünden taşmış kâğıt parçası dikkatimi çekti ve elime aldım. Resim defterinin arasında bulduğum listeyi sanki hiç bulmak istemezcesine bin kat yapıp cüzdanının arasına koymuştum. Kâğıdı açarak listeyi tekrar okudum. Televizyonda geri sayım başlamıştı. Listeyi tekrar tekrar okudum,10, 9, 8 bu sefer elimden hiç bırakmadım 7, 6 yine bir şeylerin arasına saklamadım.5, 4 kendi yazdıklarıma gülmedim 3, 2, 1 işte o an televizyondan ve sokaktan sevinç çığlıklar yükseldi. Hoş geldin yeni yıl, nice seneler...
Ben ise elimdeki listeye bakarak kadehimi havaya kaldırdım ve kendime "yeni yılın kutlu olsun", deyip hızla evden çıktım.
Zaman bu kadar akışkan iken, hayallerimizden düşmeden dengede durup hayatta başarılı olmamız mümkün müydü? Hayatın bir PH dengesi varsa eğer bizler hangi noktasındaydık?
Bilimle sanat, mantıkla hayal gücü arasında denge geliştir.(Leonardo da Vinci)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Profesyonel Hayaller
General FictionTanrı adaletli miydi?Adaletli ise peki nasıl dağıtıyordu?Bu hikayeyi herkes okuduktan sonra eline bir kağıt kalem alıp hayallerini ve hayatlarını baştan yazacak. Hayatın bir matematiği var mıydı? Peki, Tanrı her şeyi hesaplamış mıydı? Hayatın olasıl...