Pazar günleri artık eskisi kadar sıkıcı değildi. Happy'le yürüyüşlere çıkıyor, her pazar günleri onu hep köpek parkına götürüyordum. Yavru denemeyecek kadar büyümüştü kıpır kıpır yerinde duramıyordu. Happy koştukça zıpladıkça ben de onunla mutlu oluyordum. Akşamına ikimiz de yorgun düşüp, bir film açıp kanepeye geçip birlikte film izliyorduk. Park dönüşü yine öyle akşamların birinde kapı çaldı, Happy havladı. Tamam kızım, diyerek yerimden kalkıp ve mercekten baktım. Gördüğüm karşısında içimi kocaman bir ağırlık kapladı bir canlı yayını daha hiç çekemezdim. Oflayarak gıcırdayan kapıyı açtım.
-İyi akşamlar evladım, inşallah rahatsız etmemişimdir.
-Estağfurullah Hayriye Teyze...
Ev sahibesi içeriyi görmek istese de ben bu sefer kapıyı arkamdan iyice kendime doğru çektim.
-Evladım ben senden çok memnunum, yıllardır kiracımsın ancak komşular dedi ki evden köpek sesleri...
Bu sefer ben, yaşlı kadının sözlerini bitirmesine izin vermeden, sert bir tonda
-Evet benim köpeğim, dedim. Yaşlı kadın, benim bu çıkışım karşısında afalladı.
-Şey evladım, evde köpek bakmak...
-Hayriye Teyze, sen halen bu kapıyı değiştirmedin bir de banyodaki duşu değiştirecektin istersen ben değiştireyim kiradan düşerim, diye kadının lafına balıklama atladım. Söylediklerim karşısında kadının birden beti benzi attı "Şey, şey evladım..." diye kekelemeye başladı. Rengi atan kadını görünce içten içe gülmeye başladım, "Acelesi yok Hayriye Teyze ben idare edebilirim, sen de edebilirsen tabii..." Yaşlı kadın ne söylese bilemez halde gönülsüzce "Tamam" demesiyle, "Hadi iyi akşamlar" deyip hızla kapıyı kapattım. Bu sefer kapı gıcırdamadı.
Odamın kapısı tıklandı. Ben yine masanın üzerindeki belgelere dalmış onları incelerken, stajyer kız yine ufak narin bedenine tezat, koca klasörleri yüklenmiş masanın kenarına koymaya çalışıyordu. Bu sefer gözlerimi kaçırmadan pür dikkat onu izliyordum. Kız işini bitirince istemsizce ofladı ve tam odadan çıkmaya hazırlanırken, genç kıza seslendim, "Stajının bitmesine ne kadar kaldı?" dedim. Kız şaşkın bir halde arkasını dönüp, bana baktı, "ben stajyer değilim Murat Bey, asistanım", dedi. Yerin dibine girdim. Genç kızı ufak ve zayıf görüntüsünden dolayı hep stajyer olarak düşünmüştüm. Utancımdan yüzüm yanmaya başlamış kızarıp bozardığımı hissediyordum. Mahcup bir tonda "Özür dilerim, benim dikkatsizliğim çok dalgınım." dedim. Kız gülen gözlerle "Biliyorum Murat Bey, yoğunsunuz ve çok çalışıyorsunuz" dedi. "Geçen zamanı bile fark edememişim, ben özür ...",Özür dilemek istedim ancak "Lütfen Murat Bey, hiç önemli değil." diyerek buna izin vermedi. Kızın bu olgunluğuna hayran kaldım ve elimle masasının önündeki sandalyeyi gösterip ondan oturmasını rica ettim.
Merve, fakir bir aileden geliyordu; hasta ve yaşlı bir annesiyle yaşıyordu. Bir ablası vardı ancak ablası ise evli bir adama âşık olup onları bırakıp adamla birlikte kaçıp gitmiş, yıllardır haber almıyorlardı. Hiç çocuk olamamış, kimse tarafından şımartılmamış aksine genç yaşında tüm evin yükünü sırtlanmış, okurken hem çalışıp hem annesine bakmıştı. Hayalindeki yeni, rugan, kırmızı parlak pabuçların çok uzağında hep komşusundan ya da ablasından kalan eskilerle idare etmiş; ayağına bir numara büyük gelen emanet ayakkabıların aksine o hep hayatta sıkı adımlarla yol almıştı. Hayattan ne istediğini bilen hırslı bir kız olup benimle aynı okulu okuyup Boğaziçi İşletme Bölümünü dereceyle bitirmiş iş bulmakta hiç zorlanmamıştı. Kızın hikayesini dinlerken benim de aynı zorluklardan geçtiğimi düşündükçe, onu görmezden geldiğim için resmen kendimden tiksindim. İş dünyasında prezantabl görüntünün şıklığın ve nezaketin altında profesyonel kabalıkta ve acımasızlıkta ne kadar uzmanlaşmış olduğumu çok iyi biliyordum. Çalışma arkadaşım dediğiniz insanlar tarafından, aileniz görüntünüz ya da aksanınızdan dolayı hemen ötekileştirilebilirdiniz ve onlar da üzerinize basıp geçmekten hiç kaçınmazlardı. Aylardır yanımda çalışan asistanımı geç de olsa tanımanın ayıbını örtmeye çalışırken uzun sohbetimiz sonunda kendimi daha hafif hissediyordum. Asistan kızdan benim için bir konuda yardımcı olmasını ve araştırma yapmasını istedim, kız hemen yerinden kalktı ve tam odadan çıkacakken ona ismiyle hitap edip "Merve Hanım, teşekkür ederim." dedim, gülümseyerek odadan çıktı.
"Bakmak tepkisel bir hareketken, görebilmek edimsel bir davranıştır.
Peki görünür kılmak?"
Merve'nin araştırıp bana getirdiği adresleri incelerken yandaki inşaattan gelen sese dikkat kesildim. Camdan dışarıya baktım. İnşaatta çalışan işçilerle aynı katta olmamıza az kalmıştı, içimden, "22 ya da 23"olabilir diye tahmin yürütmeye çalıştım. Sonra uzaklarda bir şey fark ettim, gözlerimi kısıp dikkatlice baktım. O ağaç yoktu. Cama daha çok yaklaştım ancak o dev inşaatların arasında kalmış o cılız ve çelimsiz ağaç artık yoktu. Ağacın artık orada olmamasına üzülmeli miydim? Bilmiyordum çünkü görmezden gelinip tüm o inşaatların molozunu tozunu toprağını artık çekmektense belki orada olmaması daha iyiydi... Kim bilir, belki başka bir yerde yeniden yeşermiş olabilirdi.
Hayat karşısında ne kadar şanslıydık ya da hayat bize gerçekten şans veriyor muydu? Yoksa o da bizler gibi düşünüp ikinci şansı kimse hak etmez kimse değişmez diyor muydu?
Geçen haftalar sonrasında Merve'den istediğim adreslerden birine gitmek için kendime bir fırsat yaratıp o gün işten biraz erken çıktım. Aralarından işyerime en yakın olanı seçip bulunduğu binadan içeriye girdim. İngilizce ve Almanca olmak üzere iki dil biliyor olsam da hayatıma not düştüğüm kararlardan biri olarak yeni bir dil öğrenmem gerektiğini biliyordum. Dil kursundaki bir iki kişiyle görüşüp bilgi aldıktan sonra öğretmenimle tanışmak için dershanenin ikinci katındaki öğretmenin odasının kapısını çaldım. Odadan içeriye girerken, beni selamlayan yüz karşısında epey şaşırdım. Masasından kalkıp bana doğru yaklaşan kısa boylu adam "merhaba ben Makato" dedi ve koca bir tebessümle elimi sıktı. Ben ise adamın elini sıkarken şaşkınlığımı üzerimden atamıyordum. Her sabah aynı metroda karşılaştığım takım elbiseli,sırt çantalı Japon adam benim öğretmenim Makato çıkmıştı. Adam küçük gözleri, minyon suratıyla oldukça genç gözüküyor ve çarpık Türkçesiyle de oldukça sempatik duruyordu. Annesi Türk, babası Japon'du. Makato, tam bir Türkiye aşığıydı ve diğer tutkusu da fotoğraf çekmekti ki her fırsatta Türkiye'nin bir başka şehrine gidip oraların fotoğraflarını çekiyordu. Bana çektiği bir iki fotoğrafı gösterirken gittiği şehirlerin sahip olduğu olağanüstü güzellikleri anlatırken ben, ha siktir elin Japon'u bile gitmiş ya, ben halen gidemedim, diye içten içe kıskandım.
Bana "neden Japonca öğrenmek istediğimi" sordu, ben de ona yeni hayat felsefemden biraz bahsettim. Ben çarkların nasıl çalıştığından habersiz, hayatın tesadüflerden ibaret olduğunu düşünerek adama kendimi açıklamaya çalışırken sanki o her şeyi bir iki cümlede çözümlemiş gibi beni anlayan gözlerle bana baktı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Profesyonel Hayaller
General FictionTanrı adaletli miydi?Adaletli ise peki nasıl dağıtıyordu?Bu hikayeyi herkes okuduktan sonra eline bir kağıt kalem alıp hayallerini ve hayatlarını baştan yazacak. Hayatın bir matematiği var mıydı? Peki, Tanrı her şeyi hesaplamış mıydı? Hayatın olasıl...