Veda edilmek istenen bu dünyaya bir de buradan baksalar belki fikirleri değişir. Sarının, kırmızının, morun sanki bir raks içinde kıvrılmasını göğe resmeden dünya, sanki "Gitme." diyor bize. Yirmi adımlık tahta iskele sağlam olmasa da üstüne oturup ayaklarımızı sarkıtmamız için yeterince cezbedici. Karşıda boydan boya önce bir kara yılan gibi duran kıyı; eskimiş, tahtaları kurtlanmaya başlamış iskelenin altından başlayan büyük gölün diğer bir ucu.
Gölün toprakla birleşmiş o ince çizgisinden yukarı fırlayan sazlıklar, sarılı yeşilli manzarayı tamamlıyor. Boya kutularını yan yana koyduğumuz zaman bir ahenk yakalayamayan renkler topluluğu öyle iç içe geçmiş ki... Güneş ne sarılığını kaybediyor, ne turunculuğundan ödün veriyor. Masmavi gökyüzünden eser yok şimdi. Bulut yok pek. Ancak uzakta, çok uzakta tek tük. Renkleri de beyaz değil. Kirli, soluk sarımtırak bir grisi var hepsinin. Parça parça yayılmışlar gökyüzüne. Bulutların aksine çok kuş var gökte. Renkleri, botları, türleri belli olmayacak bir vakittler. Çok yüksekte olmalılar ki sadece siyahlıkları belli havada.
Ne gün doğuyor, ne batıyor. Ne öğlen, ne akşam. Öyle bir vakit ki bu, kıpırdayası gelmez insanın. Nefes almak ister. Bütün koşuşturmasından öyle yorulur, öyle bunalır ki sadece durmak ister. Öylece ama dimdik. Bu vakitler durup incelemeli sadece dünyayı. Bütün kötülüklere rağmen böyle bir manzaranın karşısına geçip çay içmelik. Ama açık. Çünkü ne demiş Cemal Süreyya? "Açık çay içeridi hep, demli olunca bardağın diğer tarafından beni göremezmiş. Öyle söylerdi hep."
Dünyayı görmek için belki de açık içmeliydik çaylarımızı. Belki o zaman suyu mavi, gökyüzünü mavi diye diretmezdik. Bakardık bu resme ve bütün yanılgılarımızla daha çok severdik dünyayı. Moru bulurduk gökyüzünde, kırmızıyı, sarıyı ama en çok güzelliği. Çünkü güzellik kendisindedir gözün. Gördüğü renk, cisim, şekil değildir güzel olan. Bakışıdır, düşüncesidir. Gökten akıp giden bulutları takip etmek ister ya adımlar, nereye gittiğini merak ederken. O heyecanı duyumsarız içimizde. Asla yetişemeyecek olmanın burukluğu ama hep merak etmenin hevesi. Şimdi kaldırın kafanızı. Durup bakın gökyüzüne. Ne gördünüz? Hafif bir kırmızılık seçmedi mi gözleriniz? Biraz daha ileriye, güneşe bakın. Nasıl güzel selamlıyor sizi. Elinizi uzatsanız, dokunamazsınız. Gözünüz de acışır. Hatta bakamazsınız bile. Ama fark edersiniz. Turunculuğunu, sarısını, kırmızısını, güzelliğini.
Sabahı öpüyor gökyüzü, geceyi yakmış. Gülünce kurulan bir göz güzelliğinde su. Kıvrımları yatağa serinmiş çarşaf gibi. Güneş kıvılcım kıvılcım. Sanki günü tüketmiş gök, aralarında derin bir muhabbet varmış gibi yeryüzüyle. Ayrılmaktan bir o kadar uzak ve bir o kadar yakınlar. Göğün bir yere gideceği yok fakat o bilindik akşam hüznü çöküyor ikisinin üstüne. Vedalaşmanın yokladığı bir sessizlik var üstlerinde. Gün sessizce, suskunca "hoşçakal"ını bırakıyor. Geriye kalan, yeryüzü kabul etmenin dinginliği ile "iyi geceler."
Derin bir uykuya dalacak güneş. Başka bir gölün üstüne doğmaya gidiyor. Ondan belki bu morluklar, turunculuklar. Ama belli de yeni bir gün doğumunun sancısının işaretleridir. Kim bilir?
●●●●
Merhaba!
Umarım keyifle okumuşsunuzdur. Rüyamda gördüğüm bu manzarayı anlatmak istedim. Nasıl oldu, ne yazdım açıp okumadım. Zaten yazdıktan sonra büyük ihtimal her bölümü beşer kere falan tekrar tekrar düzenlerim gibi. Zamanla bölümleri daha da uzun tutacağımı düşünüyorum. Yorumlarınızı bekliyorum.
Görüşmek üzere, esen kalın.
💙
ŞİMDİ OKUDUĞUN
21. Yüzyıl Genci -Querencia-
RastgeleBiriken sözlerimi, konuşma vakti geldiğinde paylaşırım. Sanırım o vakit geldi.