Marcus, yorgunluktan ve sıkıntıdan ne yapacağını bilemez durumdaydı. Ayaklarını bir ileri uzatıyor, bir geri çekiyor; sırtını dikleştiriyor; sonra kayarak neredeyse belinin üzerine oturuyor; olmadı koltuğa yatmaya çalışıyordu. Tabii onun cüssesinde bir adam için arabanın koltuğuna yatmak, yeni doğmuş bir bebeği anne rahmine yeniden yerleştirmeye çalışmak kadar münasebetsiz ve zordu. İmkansızdı.
Homurdanarak bir kez daha dimdik oturup sırtını deri döşemeye dayadı, ardından sağ ayağını sol dizinin üstüne koydu. Aradan birkaç dakika geçmemişti ki aynı ayağı; sert, ahşap döşemeye "pat" diye indiriverdi ve bu kez ağzından çıkan homurtu değil, bıkkınlığa karışan ufak çaplı bir küfürdü.
Bu arabadan çıkmadığı müddetçe iliklerine işleyen yorgunluk ve sıkıntıdan kurtulması mümkün değildi. Ne yazık ki arabadan çıkabilmesinin tek yolu da bu lanet olası yolculuğun sonunun gelmesiydi ve artık Marcus, o sonun hiç gelmeyeceğine ciddi bir biçimde inanmaya başlamıştı.
Üzerinden geçtikleri bu ıssız topraklardan da sakinlerinden de, ki Marcus göz alabildiğine uzanan çayırlara baktığında buraların tek bir sakini bile olamayacağını düşünüyordu, Kraliçe'nin haberdar olmadığından emindi. Haberi olsa yaşlı kadın muhtemelen mutlu da olurdu zira uçsuz bucaksız çayırlara şöyle bir bakışı bile, hükümranlığının sonsuza kadar uzandığına onu inandırabilirdi.
Marcus'un emin olduğu bir şey daha vardı: Peder St. John'ın evi, sonsuzluğun bir sonu varsa tam da oradaydı fakat oraya ulaşmak için gereken sabırdan, ne yazık ki, Marcus'ta bir parça bile kalmamıştı. Kabul etmeliydi ki oturduğu yerde boynunu oynatmaya, omuzlarını yuvarlayarak rahatlatmaya çalışmasının nedeni de bu sabırsızlıktı.
Dairesel hareketlere itiraz eden tutulmuş kasları yüzünden dudaklarının arasından kaçan iniltiye engel olamasa da durmadı. Zaten dursa ne olacaktı? Sanki her bir yanı ağrımaya devam etmeyecek miydi?
Tıpkı yaşlıların çokça şikayet ettiği gibi, ağrı vücudunda kol geziyordu; öyle ki sabahtan beri Marcus'un, arada bir de olsa, dün geceyi unutup hasta olduğu ya da olacağı gibi yanlış olasılıklara inanmasına neden oluyordu. Oysa dün gece unutulacak gece miydi? Değildi! Bu yüzden hayatının sonuna kadar her anını hatırlayacağından hiç kuşku duymuyordu.
Marcus; harap binalar görmüştü, hatta viraneler ve belki daha kötülerini de. Bildiği ve hatırladığı kadarıyla o binaların hiçbiri kullanılmıyordu ve hiçbirinin önündeki tabelada "Kraliçe'nin Hanı" kadar akıllara zarar bir şey yazmıyordu.
Kısık sesle güldü.
Öylesi bir yere "han" demek hatayken "Kraliçe'nin Hanı" demek, apaçık bir delilik göstergesiydi. Marcus, içine adım attıktan on dakika sonra o mezbeleliğin ismiyle kendisi arasında mantıkla açıklanabilecek ufak da olsa bir bağ kurmaya çalışmaktan vazgeçmişti.
Yüce ve acımasız atalarından biri, bu han müsveddesinde değil bir gece sadece birkaç saat geçirmiş olsa hancının kafasıyla ancak domuzların mutluluk içinde yuvarlanabileceği o çamurlu avluda top oynar; sonra da, sırf ibret olsun diye, yerle bir ettiği binanın üzerine diktiği mızrağa o kafayı geçiriverirdi. Bu yüzden hancı, o koca aptal, yatıp kalkıp eski zamanlarda yaşamadığı için Tanrı'ya şükretmeliydi!
Marcus, elbette, böylesi bir vahşete meyletmeyecek kadar kendini medeni bulurdu; buna rağmen dün gece ve bu sabah için göğsünde ilkel hislerin yükselmesine engel olamamıştı. Ve şu anda, tutulmak üzere olduğunu hissettiği boynunu ovarken, birkaç saat önce hancıya sinirle bakmak ve homurdanmak dışında başka bir şey yapmadığı için kendine de bir parça gecikmiş öfke duyuyordu.
Doğal olarak Thorne Markisi Thomas Ignatius Thorne oğlu kadar anlayışlı değildi. Evet, hancının kafasını kopartmamıştı ama hiç olmazsa onu ve pasaklı karısını buz gibi bir sesle aşağılayarak yeterince azarlamıştı: Eğer sıcak su ve bir kap sıcak yemekleri yoksa bu pire haneyi kapatmalarını, yoksa kendisinin kapattıracağını söylemişti. Ayrıca dönüş yolunda buraya mutlaka uğrayacağını ve hizmetlerde bir kusur bulursa veya yemek masasının üzerinde farelerin dans ettiğini bir kez daha görürse hancıya onu kırbaçlayacağını da söylemişti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
BOŞA GEÇEN YILLAR
Historical FictionZaman her şeyi değiştirir. Catherine'in sıradan olan ve sıradan devam etmeye mahkum hayatı Marcus Thorne'la karşılaştığı andan itibaren değişmişti. Tanıştıktan bir gün sonra onunla nişanlanmış, bir ay sonra evlenmişti. Hiçbir zaman toz pembe düşle...