Ilgıt ılgıt esen rüzgar; yaprakların tatlı hışırtılarla birbirini okşamasına, fenerin içindeki mumun titreye titreye yanmasına, arada bir de Catherine'in ensesini ürperterek titremesine neden oluyordu.
Aslında gece, mevsime göre sıcak sayılırdı. Buna rağmen Catherine, pamuklu geceliğinin üzerine aldığı şala sıkınca sarındı. Bu saatlerde ufak bir fener eşliğinde kamelyada oturmak, onun değişmez alışkanlığıydı. O kadar ki önce bu temiz havayı yeterince içine çekmezse, uyuyamazdı. Bazen ev ahalisinden birinin ona eşlik ettiği de olurdu ama kış geldiğinde Catherine her zaman bir başınaydı.
Beatrice, "Bir gün o soğukta donup kalacaksın!" derdi ve Catherine, ona da diğerlerine verdiği tepkinin aynısını verirdi: Sakin bir biçimde gülümserdi.
Orada öylece oturmak, günü düşünmek, hatta bir öncekinden farklı hiçbir şey yaşanmamış da olsa günü düşünmek; Catherine'in ruhuna iyi gelirdi. Özellikle de kendi için, ailesi için ve tanıdığı diğer insanlar için faydalı bir şeyler yapıp yapmadığına kafa yorar ve çok fazla bir şey yapmadığını anladığında da üzülürdü. Çok sürmez; böyle bir kasabada yaşarken insanın faydalı bir şeyler yapma olanağının ne denli sınırlı olduğu aklına gelir, üzülmekten vazgeçerdi.
Bu gece, tam da şu anda, Catherine yine geride bırakmak üzere olduğu günü düşünmekle meşguldü ve o sırada parmaklarının büründüğü şalın püskülleriyle oynadığını fark etmemesinin nedeni, bugünün daha önce yaşadığı hiçbir güne benzememesiydi. O kadar ki sıradan, sıradan devam etmeye mahkum hayatında; Catherine bir daha bu kadar renkli ve heyecanlı bir gün yaşamayacağından oldukça emindi.
Samson'la kavgası ya da onun tarafından gözünün oyulmaya çalışılması yeni değildi ama o kötü huylu horozdan kaçmaya çalışırken bir erkeğin kollarına düşmesi yeniydi. O erkeğin Londra'dan gelen soylu bir beyefendi olması, yeniden de öte bir şeydi.
Catherine'in, babası dışında, tanıdığı soylu kanı taşıyan tek kişi Baron Montclaire'di. Onunla da genç Montclaire, Jane'e kör kütük aşık olduğu için Montclaire konağına davet edildikleri birkaç akşam yemeğinde karşılaşmışlardı ve Catherine adamdan hiç hoşlanmamıştı.
Yüzüne yayılan hain tebessümle bugün evlerini bir markiyle oğlunun şereflendirdiğini düşündü. Ve markinin yanında taşralı bir baronun değeri neydi ki?
Rüzgara doğru, "Hiçbir şey" diye mırıldandı Catherine.
Garip bir biçimde marki, burnundan kıl aldırmayan barona göre çok daha alçakgönüllü biriydi. Zaten ne kadar alçakgönüllü olduğunu neredeyse otuz senedir görmediği, tam olarak uygun bir unvanı bile olmayan arkadaşını ziyaret etmek için İngiltere'nin bir ucundan diğerine yaptığı yolculukla kanıtlamıştı.
Her ne kadar babası Peder St. John; Thomas Thorne'un onurlu, sadık bir arkadaş olduğunu defalarca vurgulamış olsa da Catherine soylular ve onların yaşamını belirleyen kuralların anlatıldığı kitaplar sayesinde buna pek ihtimal vermemişti. Sonuçta, yanılmıştı ve yanılmış olmaktan hiç bu kadar mutlu olmamıştı çünkü aksi durumda babasının hayal kırıklığıyla dolu mutsuz bir adama dönüşme olasılığı vardı.
Aniden yükselen tencere, tava seslerini tabakların taşa çarparak parçalandığını haber veren gürültü bastırmış olsa da Catherine'in başını mutfak penceresine doğru çevirmesinin esas nedeni tiz kadın çığlıklarıydı.
Normalde bu saatlerde mutfakla ilgili bütün işler biter ve evin bu bölümü karanlığa bürünürdü ama bu gece St. Johnlar, masalarında ağırladıkları soylu adamlar sayesinde tadına doyulmaz bir sohbetle keyiflendikleri için yemek uzadıkça uzamıştı. Ardından erkekler, birer kadeh içki için bir kez daha çalışma odasına çekilmişler ve doğal olarak hizmetlilerin işlerini daha erken bitirmelerini de engellemişlerdi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
BOŞA GEÇEN YILLAR
Ficción históricaZaman her şeyi değiştirir. Catherine'in sıradan olan ve sıradan devam etmeye mahkum hayatı Marcus Thorne'la karşılaştığı andan itibaren değişmişti. Tanıştıktan bir gün sonra onunla nişanlanmış, bir ay sonra evlenmişti. Hiçbir zaman toz pembe düşle...