Şafak ile buluşmamız üzerinden üç hafta geçmiş, bu üç haftada birbirimizi görmemiş, aramamıştık. Kafasında neler kuruyor bilmiyordum ama yavaş yavaş bir hüzün, benliğimi kaplamaya başlamıştı.
Arkadaşlarıma ve aileme ise bu olanları anlatmamıştım ama hal ve hareketlerimden bir şeyler olduğunu anlıyor, fakat bana yine de Şafak ya da o gece hakkında bir şey sormuyorlardı. İçten içe de buna seviniyordum tabii.
Saat 7'ye yaklaşırken çocukluk arkadaşlarım olan Mine ve Yiğit'le buluşmak üzere dışarı çıkmak için dolabın karşısına geçtim. İkisi de benim gibi henüz öğrenciydi ve Mine bir biyolog, Yiğit ise bilgisayar programcısı olacaktı. Üzerime hızlıca kalın askılı, uzun kırmızı desenli elbisemi geçirerek saçlarımı üstün körü at kuyruğu yaptım. Kısa siyah deri ceketimi de alarak kapının pervazına yaslandım ve siyah postalları ayağıma geçirdim.
10 dakika sonra buluşacağımız "Vanilya" kafenin önündeydim. Göz ucuyla içeri baktığımda masalardan birine Mine'nin oturmak üzere olduğunu gördüm.
İçeri adımımı atarak masaya doğru ilerledim. Mine beni hemen fark etti ve oturmak üzereyken tekrar ayağa kalktı. "Hoşgeldin." Dedi i'yi uzatıp dişlerini göstererek sırıtarak.
"Hoşbulduk." Dedim sarılıp gülerken.
"Nasılsın?" sarı buklelerinden biri o otururken öne düştü.
"İyidir, sen nasılsın?" elimi çenemin altına yasladım.
"İyi benden de." Dedi bu sırada etrafa garsonlardan birini çağırmak için bakıp birine elini kaldırarak. "Pardon, menü alabilir miyiz?" dedi ince sesiyle kibarca.
"Yiğit'i beklemeyecek miyiz?" dedim kaşlarımı kaldırıp kaldırdığı eline bakarak.
"Aradığımda varmak üzereydi, beş dakikaya gelir, benim adıma da sipariş verin dedi." Dedi garsonlardan biri çağrısı üzerine yanımıza doğru gelirken.
Başımı "Peki." anlamında sallayarak gülümsedim.
Garson zaten aramızdaki kısa olan mesafeyi Mine'nin çağrısıyla iki adımda katetti ve elindeki menüleri masaya bıraktı.
İkimiz de menüleri alıp ne söyleyeceğimize karar vermeye çalışırken Yiğit'in sesiyle kafamı kaldırdım:
"Selamlar." Dedi sandalyelerden birini çekip otururken. Yiğit 1.78 boylarında, kumral saçlı ve beyaz tenliydi.
"Selam canım benim." Dedim kolunu hafifçe sıkarak.
"Selam Yiğit." Dedi Mine de. Kafasını kaldırdığı menüye geri dönerek
"Gel seç bakalım ne alalım?" dedi Yiğit'e yaklaşarak.
Yiğit de eğilip menüye göz gezdirdi. "Ben bir Türk kahvesi alayım." Dedi çikolata kahvesi irisinin çevrelediği göz bebekleri hala menüdeyken.
Menüdeki çikolatalı pasta bana göz kırpıyordu. "Ben çikolatalı pasta alacağım." Dedim menüyü kapatarak.
Garson tekrar gelerek Mine'den siparişleri aldı ve uzaklaştı.
Kafenin içeride ve içeriden dışarıya açılan terasında olmak üzere iki alanda oturma yeri vardı. Terasta, caddeye bakan masaların birinde oturuyorduk. Sarı ışıkla dolup taşan sokak lambaları, sokakta yürüyen mesai bitiminde işten çıktıklarını tahmin ettiğim insanların yüzlerine yapıştırdıkları yorgun ifadelerini aydınlatıyordu.
En son yaralandığımda görüşmüştük ve bu yüzden özlem gidermek için biraz çene çaldığımız vakitte onlara diğer olaylardan bahsettim.
O sırada siyah önlüklü garsonlardan biri gelip siparişlerimizi masaya koydu.
"Teşekkürler." Dedim çatal ve bıçakların olduğu paketleri de yerleştirirken. O sırada Yiğit okuldaki laboratuvarlardan birinde bir bilgisayarın nasıl patladığını anlattığı sırada paketin içindeki çatal ve bıçağı çıkarırken çatalın ucunun beklenmedik bir şekilde elime batmasıyla parmaklarımı hafifçe çekerek irkildim. Sap kısmına vanilya figürü işlenmiş gümüş çatalın bir çatala göre oldukça sivri sayılabilecek ucunu Yiğit'i dinlerken dalgınlıkla inceliyordum.
Mine de Yiğit'in anlattığı olayın üzerine aklına gelen başka komik bir olayı anlatırken çikolatalı pastanın üzerine iliştirilen kirazı ağzıma atarak anlattığına güldüm.
Onlar tekrar başka bir konuya geçip hararetle ve sabırsızlıkla birbirlerinin sözünü keserek anlatmaya devam ederken elimi çenemin altına koyarak yüzümü gökyüzüne çevirdim. Onları özlemiştim ve bedenen buradaydım işte, ama aklımın bir yanı sanki işte orada, baktığım gökyüzündeki bulutların içinde kıvrılarak ufka ilerliyordu. Havanın kararmasıyla rengi gitgide koyulaşmış, aralarda uçuk pembe ışık huzmeleriyle dans eden bir gökyüzü vardı karşımda. Yavaş yavaş görüş açımı aşağıya doğru indirirken gözüme sırasıyla palmiyeler, gür yapraklı yeşil ağaçlar ve şehrin geri kalanına göre eski sayılabilecek binaların içinde evler, işhanları ve onların davetkar ışıkları çarpıyordu. Huzurlu bir akşamın içinde insanların kahkaha ve konuşma sesleri birbirine karışarak buğulu bir biçimde kendine yer edinmişti. Bulunduğumuz yere yakın olan dar bir sokağı incelerken kırmızı bir tabela yanıp sönüyordu. İnsanlar kırk dakika öncesindeki rollerini kendileri değişse bile bir sonraki gelene devrederek aynı aceleci ve bununla tezat oluşturan şekilde dalgın sayılabilecek yürüyüşleriyle oyunu sürdürüyordu. Parke taşlar döşenmiş sokakta kadınların ökçeli ayakkabılarının çıkardığı sesin yankılarını duyar gibiydim. Bazıları da sanki kötü figuranlık yaparcasına onların aksine yavaş yürüyor, duruyor, karşılaştıklarıyla sohbet ediyordu.
İnsanları incelerken bir çift gözün bana baktığını fark ederek önce şaşırdım, sonra gözlerimi kısarak bu yabancıyı seçmeye, bana baktığından emin olmaya çalıştım. Kıyafetleri baştan aşağı siyahtı, aynı şekilde başında siyah spor gölgelikli bir şapka vardı ve yüzünü tam seçemiyordum. Biraz daha öne eğilerek daha dikkatli bakmaya çalıştığımda bana baktığından tam olarak emin olmuştum. Kaşlarımı çatarak onu izlemeye devam ederken benim gördüğümü anladı mı anlayamadım. Sonra birden elini cebine atarak önce ne olduğunu tam göremediğim bir cisim çıkardı, sonra kulağına götürüp konuşmaya başlayınca bunun bir telefon olduğunu gördüm. Kalbimin atışı hafifçe hızlanırken kendi kendime "Saçmalama," dedim "hayal görüyorsun." Buraya bakan kişinin arkamdaki masalardan birine bakıp bakmadığını kontrol etme dürtüsüyle, bastırmaya çalıştığım bir merakla hafifçe dönerek göz ucuyla arkamdaki masaları incelemeye çalıştım. Masalarda oturanlar kendi yanlarındaki insanlarla ve didikleyip durdukları tabaklarıyla meşguldüler.
Tekrar dönüp yabancıya baktığımda gözleri hala üzerimdeydi.
Hızlıca ne yapmam gerektiğini düşünürken bu sırada yavaşça çatalı çantamın içine attım. Aslında izlendiğimi fark ettiğimde kararımı çoktan vermiştim: Onu takip edecektim.
Ayağa kalkıp başımın hafifçe dönmesine sebep olarak eşyalarımı aceleyle topladım ve bir yandan da peşine düşmek için onu kontrol ederken kalkmamla beraber arkasını dönüp sokağın gerisine doğru yürümeye başlamıştı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Tan Ağarırken
Teen Fiction"Size en yakın olan kitabın 50. sayfasını açın ve 3. cümlesini okuyun.' Gözüme ilk takılanı yapmak üzere, bana en yakın kitap için etrafıma bakındım ve sağımda duran siyah kitaba elimi attım. Çok eski bir kitaptı ve sayfaları sararmıştı. Omuz silke...