"Gittim gidebildiğim kadar. Hiçbir yere ulaşamadım. Kapının altından odaya sızan küçük bir not kağıdı gibi girdiğim hayatından kırık bir bisikletten vazgeçmeyen üzgün bir çocuk misali vazgeçemedim. Oysa ben neden olmasın deyip gülümsediğimde bazı şe...
Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.
*
Aşk bir fırtınanın ortasında sanki o fırtına hiç yaşanmıyormuş gibi, soğuktan değil de yanında oluşunun verdiği heyecandan kızaran suratının sırrındadır. Aşkın sırrı oradadır, aranızdaki o on santimlik mesafede, eğilen bir başta, kaşınan bir boyunda, ağrıyan bir midede, çırpınan bir kalpte. Doktora söylenilse bunlar, hiç düşünmez garip isimli bir hastalık teşhisi koyar. Aşk bir hastalıktı belki de, insanı tutar, ilkin belirtileri verir, sonra talihsiz olan masallarda birden yıkıverir insanı, bir sancı girer kalbe, bir ağrı sarar başını, titrek olur elleri, gözleri de artık bakmıyordur eskisi gibi. Buna rağmen sevilen bir hastalık olur aşk, bu hastalık olmadan boş geçer ömür; geçilmez adeta, sen gelip geçersin ömürden, o sana uğramaz, uğramazsa yaşam nedir bilemezsin.
Garip bir hastalıktır bu, bazısı bir mide ürpertisiyle, kalp atışı hızlılığıyla, terleyen ellerini pantolonuna silmeye mecbur bırakmakla eşlik eder insana ömrü boyunca. Ağırlaşmaz hastanın vaziyeti, acayip bir dengede geçip gider karşısındakiyle birlikte. Oysa gel gör ki olmadı aynı hastalıktan karşısındakinde, hastalık bölünemez, tek kişide kalır, birtek onda büyüdükçe büyür, sarar bütün kalbini ve ruhunu. Yataktan kalkamaz olur, kalkabilir bilakis, ama istemiyordur, ispat olunamaz bir güç onu kalkmamaya ikna eder insan da dünden razıdır zaten, kalkmaz, yatıp kalır öylece bir köşede, yemez, içmez, gülmez olur. Sonra insanı öldürür bu aşk.
Ama bazılarında ağırlaşmasına rağmen bu hastalık, insan aynı acıyla zamanı geçirmeye devam etmeye karar verir. Yer, içer, güler, eskisi gibi yapmıyorsa da yapar işte bir şekilde. Beyninde bir kurşunla, onun getirdiği acılarla kabul eder bir hayatı geçirmeyi. Böylece insan, bir fırtınanın ortasında o fırtına yokmuş gibi davranır. Çünkü iki sebebi vardır insanın etrafındaki felaketi görmezden gelmesinin nedeninin, biri aşık olmak, yanında o varken ölüme bile kucak açmak, biri de, aşkını kaybettiğinden dolayı kendi bedeninin de bir çöp tenekesinden fazla önem taşımaması.
Yüzüne bakamıyordum çünkü... Yok çünküsü. Yüzüne bakamıyordum. Yanlış bir iş mi yapmıştım; asla. Ama bakmıyordu yüzüme, ben de onunkine. Öyle sessizce yürüyüp geçtik birkaç sokağı. Çizmelerimizin karın üzerinde çıkardığı hışırtıdan fazla bir ses yoktu. Birtek ara sıra yanımızdan sokak köpekleri geçiyordu. Sokak lambalarının üstünü kar kaplasa da az çok ışık veriyorlardı. Şehrin en işlek caddelerinden birinin bu denli sessiz olmasını havanın kötü olmasına bağlıyordum. Oysa nesi kötüydü ki bu havanın, sadece biraz üşütür gibi oluyordu insan. Hatta donuyor gibi. Montumun kapşonunu rüzgarın kulaklarımı buza çevirmemesi için başıma kaldırırken göz ucuyla yanımda ilerleyen bedenine baktım. İki elini de beyaz montunun ceplerine sokmuştu, kapşonunu burnunun ucuna kadar indirmiş, çıt çıkarmadan benimle aynı eşitlikte adımlarla yürüyordu. Başını yere eğmişti. Tek bir şey sormuyor ya da konuşmuyordu.
Telefon köşkünde beni öptükten sonra utançla bakışlarını yere dikip dışarı çıkmıştı. Ben de peşinden çıkınca böyle amaçsızca sokaklara koyulmuştuk. Ne de ilginç pazarlamalı bir öpüşmeydi bu, teklifi ben, icraatı o etmişti. Şimdi ikimiz de kendine öz bir 'suçluluk' taşıyorduk ve işime geliyordu, kaçışı yoktu, bir elimde olan kelepçe onun da bir elini kaplıyordu. Çiçeği eken bensem sulayan oydu. Kendi kendime gülümsedim. Utanmıştı. Evet tek ve dünyadaki en şirin sorun buydu.