VII

158 27 5
                                    

"Evi olan insanlara anlatmanın bir mânâsı yok

Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.

"Evi olan insanlara anlatmanın bir mânâsı yok."

*

İnsanlar yüzlerinde garip bir ifadeyle adımlıyorlardı. Kimi elindeki poşetlerde yiyecek götürüyor, kimi tek omuzuna astığı sırt çantasıyla koşturuyor, kimi aklı bir karış havada kaldırımı, kimi de kulaklığıyla müzik dinlerken gökyüzünü izleyerek geziniyordu. İfadelerinin bana garip gelmesinin nedenini algılayamıyordum, belki de ben de suratımda aynı ifadeyi taşıyarak yürüyordum. Ama hayır; ne diyorum, yanımda o varken öyle herkesin takındığı bir mimikle yürüyor olamazdım. Güneşten yüzünü saklamak ister gibi başını eğmiş, öyle yürüyordu. Gözlerimi etraftaki yabancılardan çekip ona getirdiğimde içimde yaranmış belli belirsiz sancının geçtiğini, yerini derin bir rahatlığın, serbestliğin kapladığını hissetmiştim. Ne kadar fazla olsalar o kadar rahatsız hissederdim insanların içinde kendimi. Lakin herzamankinin aksine garipsemiyordum, kalbimde müthiş bir saadet vardı. Herkese, bana ve yanımda yürüyen aileme bakmalarını, benim de aile yerine koyabileceğim, bilhassa beni ailesi yerine koyan birinin hayatımda var olduğunu söylemek istiyordum.

Kuru temizlemeden uzaklaşmamızdan beş dakika geçmişti, ona taksiyle gitmemizin daha elverişli olduğunu söylediğimde kesin bir baş hareketiyle reddetmiş, havanın güzel olduğunu, benimle birlikte yürümek istediğini belirtmişti. Ses çıkarmamıştım. Yorulmayı kendisi seçmişti fakat bunun benim için de kötü bir tarafı yoktu, onunla yürüdüğüm yolların uzamasını nasıl problem edebilirdim ki. Cadde kalabalıktı, araçlar geçmek için kornaya basıyor, şoförler başlarını pencereden çıkarıp birbirlerine saydırıyorlardı. Biri öndeki arabaya doğru küfrettiğinde karşı taraftan çocuğuyla yürüyen kadın hemen eğilip oğlunun kulaklarını kapatmıştı. Ailesiyle birlikte olan insanları hep küçük bir çocuk gibi kıskanırdım, bu tek saniyemi almazdı. Bakışlarımı yere çevirdim ve kendimi hiçbir yere bakmamam konusunda tembih ettim.
Ona bakmalıydım, evet bu daha iyi bir fikirdi. Benden sadece yarım adım önde ilerliyordu, bu yüzden yüzünün yan profilini, gür kirpiklerini, iki dudağının nefes aldıkça ürpermesini, aralarından iki adet beyaz dişinin damağından asılı durmasını izleyebiliyordum. Güneşin parlak ışığı yüzünden kaşlarını hafif çatmıştı.

"Beni niçin böyle dikkatle izlediğini artık anlıyorum."

"Ne?" dediğimde adımlarını yavaşlatıp yüzüme baktı ve birşey demeden yürümeye devam etti. Güzelliğine dalmıştım, kurduğu cümleyi bir an anlamasam da sonrasında gülümsedim.

"Ah, şu güneşe de bir türlü alışamadım! Hatta doğduğumdan beri!" Bir süre sonra kendi kendine söylenip yerinde durdu ve eğilip ellerini diz kapaklarına yerleştirdi. Sağ gösterip sol vuruyordu. Yürümekten bacakları acıyordu ama güneşi bahane ediyordu.

"Burası ne güzelmiş..." dediğinde gözlerimi baktığı yere götürdüm. O trafikle, insanlarla tıkabasa olan caddeden kenarlaşmıştık, kasabanın girişindeydik. Beyaz duvarlara rengarenk spreylerle yazılan çeşit çeşit yazılardan bahsediyordu. Dikelip kenardaki duvarın önüne gittiğinde peşinden ilerledim.

Your Eyes TellHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin