"Anlayan bendim, anlamıştım, önemli olan anlamaktı neyi anladığımın bir önemi yoktu."
*
Küçükken babaannem beni uyutmaya çalışırken hep bana türlü türlü masallar anlatırdı. Kar fırtınası pencereyi tıklatırken korkup yorganımı kafamın üzerine kadar çeker, rüzgar dindiğinde tekrar dışarı çıkarırdım. O sırada hala uyumadığımı gören babaannem tatlı masallarla beni avutup korkumu geçirir ve uyumama yol açardı. Bu masalların bir farklılığı vardı. Vasıtasıyla büyüdüğüm bu masallar, gerçek hayattan zerre farkı olmayan küçük hikayelerin masal ismi verilmiş haliydi. Babaannem, saçlarımı okşar, ara sıra gözlerindeki dertli bakışlar pencereden görünen kar yağışına dönerek annemle babamın hikayesini anlatmaya başlardı.
Annemle babam, yıllar önce ne yaptığını bilmez bir kaçak katil tarafından katledilmişti. Annemin sinesine gelen bıçak karnında hasar bırakmamış, o kanlı geceden tek sağ çıkan daha altı aylık olan ben olmuştum. Onlar, gördüğüm ya da duyduğum en temiz insanlardı, onlar benim hayallerimde bir nevi meleklerdi. Hapishaneden kaçan bir katil, annemle babam yemekten dönerken kapının önünde onların kahkahalarını duymuş, beyni atmış, cebinden çıkardığı bıçakla beni onlarsız bırakmıştı. Evet, bunların hepsini o masaldan öğrenmiştim. Daha yedi yaşımdayken bana anlatılan bu masal, zihnimin bir köşesine mühürlenmişti. Bu masal beynimde çığlık atan seslerle dolu, o manyağın neden benim aileme denk geldiğini soran sorularla dolu geceler bahşetmişti bana.
Babaannem 'masala' devam ettiği sürece korkum geçmezdi. Ama alışırdım. Korkuya alışırdım sonrasında neye korktuğumu bile unuturdum. Ölümün yakıcılığını bir süre dinledikten sonra, korktuğum tek şey kalırdı; ölüm.
Şimdi bu evde oturup, bu eski pencereye baktıkça, o geçmiş günler de aklıma giriyor, huzursuzlanmama sebep oluyordu. Ben geçmişte takılı kalmaya alışık değildim, tek düşündüğüm şu andı. Ve şu an karabasan gibi üzerime üzerime gelen anılar beni kolumu kaldırıp saatime bakmaya mecbur etmişti. Gece uyumamıştım. Jennie'nin evinde akşam yemeği yediğimiz günden haftalar geçmişti, o akşamdan sonra, aramızda bir sıcaklık oluşmuştu. Artık arkadaşça da olsa birbirimizle selamlaşıyor, ara sıra oturup sevdiğimiz kitaplardan bahsediyor, hatta kantine bile birlikte iniyorduk. Okula geleli bir yıldan fazla olmasına rağmen kimseyle kurmadığı arkadaşlığını benimle kurması, beni inanılmaz derecede mutlu ediyordu. Fakat bütün hepsinin yanı sıra beynimi kurcalayan birşeyler vardı. Beynimde bir savaş vardı. Uyuyamamın sebebi de buydu.
Geçen gün şehrin bütün kütüphanelerini, kitapçılarını gezip zar zor bulduğum "Böğürtlen Kışı" kitabını masamdan aldım ve arkama yaslanıp ilk sayfayı çevirdim. Yeni yazılmış bir kitap olduğundan, baskısı fazla değildi ve bulmak için adamakıllı didinmek gerekiyordu. Bir süre okudum. Bundan yıllar öncesinde, Seattle'de, bir otel davetinde başlanan Vera ve Charles'ın aşkından bahsediliyordu. Kitabı okumaya zamanım olmamıştı, neler olacağına dair merakımdan sonlarını şöyle bir sayfalayıp tekrar göz attım. Sayfalardan birinde,
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Your Eyes Tell
Fiksi Penggemar"Gittim gidebildiğim kadar. Hiçbir yere ulaşamadım. Kapının altından odaya sızan küçük bir not kağıdı gibi girdiğim hayatından kırık bir bisikletten vazgeçmeyen üzgün bir çocuk misali vazgeçemedim. Oysa ben neden olmasın deyip gülümsediğimde bazı şe...