Bilge
İşlerini bitiren nakliyeciler yavaş yavaş yeni evimi terk ederken sıkıntılı bir yüz ifadesiyle başımı ovaladım.
Ben eve ne ara bu kadar çok eşya almıştım ya. Ya da şöyle sorayım; işten güçten kaldırmadığım başımla ve bir zamanlar olmayan paramla ne ara bu kadar çok eşya alabilmiştim?
Tamam. Freelance çalışan bir grafik tasarımcı olarak şuan gayet iyi kazanıyorum. Üstelik elimde felaket bir iş var ve bu iş bittiğinde kendi çapında ufak bir servetim olabilir.Yani öyle olmasını umuyoruz.
Birkaç ortak olarak girdiğimiz online savaş oyunu için gece gündüz kavramlarını karıştırıp adeta gözlerimi feda etmiştim. Hani internette dolaşan “bunu yapan usta kör oldu” safsatası var ya. Sanırım gerçek olmak üzere.
İşlerimi bir süre rafa kaldırıp büyükçe bir kitap kolisinin üzerine otururken, açlıktan hafifçe bulanan midemi düşündüm. Bu konularda extra kararsız bir insan olarak, uzun uğraşlar sonucu seçeneklerimi ikiye düşürmeyi başarmıştım. Hani neredeyim biliyor musunuz; bol soslu bir tavuk dürüm ile bol mantarlı Domino’s arasında bir salıncak vardır ya. İşte tam orada ileri geri sallanıyorum.
Ve tabiki tavuk dürüm ağır basıyor, ben de siparişimi beklemeye başlıyorum.
Yarın sabah mutlaka, etraflıca bir alışveriş yapmaya söz vererek.
3.kişi
İstanbul sokakları yavaş yavaş gündüze veda ederken oyun oynayan çocuklar tek tek evlerine dağılıyordu. Mahalle neredeyse boşalmış, küçük esnaf akşam yemeğine geç kalmamak için kepenk indiriyordu.
Halime hanım ise her zamanki gibi pencere kenarında Ahmet’i bekliyordu. Hatta onun bu alışkanlığını bilen kocası Cengiz bey, yola bakan pencerenin kenarına rahat ve tek kişilik bir koltuk bile yaptırmıştı. Halime hanım da bunu memnuniyetle kabul edip Ahmet’i bu koltukta beklemeye başlamıştı. Onun yaralı kuşu çocuklar evlerine çekilmeden gelmezdi bugün. Sabah gene oğlu çıktıktan sonra duymuştu, öcü diyerek atılan çığlıkları.
Ahmet okula gittiği zamanlar da bu böyleydi. Orta okula kadar dalga geçmişler, lisede ise ondan korkup çekinmişlerdi. Halbuki onun Ahmet’i insanları rahatsız etmemek için her daim başı eğik yürür ve kimse ile göz göze gelmezdi. Ah çocuklar. Ne kadar acımasız ve incitici olduklarının farkında bile değillerdi.
“ Hanım Ahmet daha görünmedi mi? Senin küçük oğlan az önce aradı. Abisini eve gelirken görmüş, kendisi de halısaha yapacakmış. Eşek sıpası. İzin almak yok tabi Şam babasıyım ya ben.”
Kocasının sesiyle bir an irkilen Halime hanım, dediklerini anladığında hafifçe tebessüm etmişti.
“ Güldürme beni Cengiz. Senin gençliğini daha unutmadım ben. Oğlun da aynı sen işte. Ah rahmetli kayınbabam. Burada olsaydı gülmekten yerlere yatardı. Adamcağıza az çektirmemiştin. Adını Enes koyduk ama ruhu küçük Cengiz işte.”
Kendi aralarında eskiye dair bol gülüşmeli bir sohbet geçerken kısa süre sonra Ahmet gelmiş ve birlikte sofraya oturmuşlardı.
Yemek genel anlamda hoş sohbet üzerinde geçiyor ancak Ahmet tamirhane hakkında bir iki kelime konuşmak dışında pek sohbete katılıyordu. Ama onlar oğullarının her haline olduğu gibi bu haline de alışmışlardı. Pek gülmezdi Ahmet. Ya da çok konuşmazdı ama sizi sevdiğinde bunu bir şekilde bilirdiniz.
O gece; Muzaffer beyin evi için biraz tartışmalı ve çokça anlatmalı, Bilge’nin yeni evi için verimli ve yorucu, Ahmet’in evi için ise dingin ve huzurlu geçmişti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Yüz Yüze
General Fiction(Alıntı) Hangi yangın birinin geleceğine kadar yakar ki? Hangi ateş insanın özgüvenine düşer? Ya da nasıl bir alev ruhuma kadar sıçrayabilir? Yüzüme bakıyorum, ellerime bakıyorum bir türlü çıkar yol bulamıyorum. Kim beni gerçekten görebilir ? Aynala...